İnsanlık tarihinin en parlak beyinlerinin, insanlık tarihinin en basit soruları karşısında çaresiz kalması, binlerce yıl bu soruları kurcaladıktan sonra yenilgiyi kabul edip son bir çabayla bu soruları küçümsemesi bana hep eğlendirici gelmiştir. Çok derin ve karmaşık meselelerden söz eden birine rastladığımda, çocuklara özgü masum bir kötü kalplilikle hep aynı soruları sormak isterim.
-Peki, hayat nedir?
-Ben kimim?
Eğer bir entelektüele bu soruları sorarsanız küçümseyici bir yüz buruşturmasıyla karşılaşacağınıza emin olabilirsiniz. Bunlar öylesine çok tekrarlanmış, öylesine çok sorulmuş, insanlık tarafından öylesine çok ezberlenmiş sorulardır ki artık kimse bunları entelektüel bir utanç duymadan soramaz. Ama bütün bu küçümsemeler, yüz buruşturmaları, utanmalar şu korkunç gerçeği değiştirmez:
Herkesin bildiği bu soruların cevabını kimse bilmez.
Felsefenin o çekici çaresizliği de bu gerçekte yatar zaten. Filozoflar, ne yazarlarsa yazsınlar aslında bu iki soruya, “ben kimim”, “hayat nedir” sorularına cevap bulabilmek için yola çıkmışlar, insanoğlunun en merak ettiği bu iki konuda inandırıcı bir açıklama bulabilmek için uğraşmışlardır. Ve, neredeyse bütün varlıklarını bir çaresizliğe adamışlardır.
Hayatın ve insanın temel sırrını çözebilmek, buna inandırıcı bir açıklama getirebilmek için ciltlerle kitap yazılmış, tartışmalar yapılmış, taraflara ayrınılmış, aklın sınırları neredeyse don noktasına kadar zorlanmış, sorular ezberlenmiş ve cevapların bulunamayacağı anlaşılmıştır. Bu “ana” sorular cevaplanamayınca daha yeni, daha küçük sorular keşfedilmiş, o sorulara yoğunlaşılmıştır. Bugün, uzay hakkındaki cehaletimizle hayat hakkındaki cehaletimiz hemen hemen aynı düzeydedir.
Niye yaratıldığımızı, yaratılmamızın amacını, evrendeki büyük denge içinde bizim varlığımızın ne anlam taşıdığını bilemiyoruz. Peki, neden çözemiyoruz bu soruların sırrını? Neden bunca birikim, tecrübe, akıl, yaratıcılık, iki kelimelik “Hayat Nedir?” sorusu karşısında böylesine çöküyor? Neden “kim olduğumuzu” bile bilmiyoruz?
Bunlara cevap vermek elbet kolay değil. Ama akılla aptallığı, tecrübeyle tecrübesizliği, bilgiyle cehaleti kendi cevapsızlığında eşitleyen bu tuhaf sorular bize alabildiğine konuşma özgürlüğünü bağışlıyor. Hiç korkmadan bu konuları konuşabiliriz. Filozofçuluk oynamamızın kimseye bir zararı yok. Söyleyeceklerimizi kimsenin doğrulaması ya da reddetmesi de mümkün görünmüyor. “Bu soruları herkes biliyor” diye suratımızı buruşturacak kadar korkak ve utangaç değilsek bu sorular bize sonsuz bir tartışma alanı açıyor. Eğer konuşurken bu soruların çekimine kapılırsak daha önce neler söylendiğini öğrenebilmek için de binlerce kitap emrimizde. Sanırım, hayat ve insan hakkında ne söylerseniz mutlaka tersini de söyleyebilirsiniz.
Geçenlerde Amerika’da yayınlanan bir kitap, hayatın programının “televizyona” benzediğini iddia ediyordu. Bilim adamlarının ve gazetecilerin çok ciddiye alıp tartıştığı kitabın iddiasına göre, nasıl bir televizyonun içinde birçok kanal varsa, düğmeye her basıldığında başka bir görüntü ortaya çıkıyorsa, hayat da öyle birbirinden farklı kanallardan oluşmuştu. Karşılaştığımız her görüntünün kendi içinde bir bütünlüğü vardı ama hiçbiri tek başına hayatı oluşturmuyordu.
Televizyonu seyrederken hızla bir kanaldan bir kanala geçtiğinizi düşünün. Ardı ardına birbirine benzemeyen hatta birbirinin zıddı görüntülerle karşılaşacaksınız. Sevişen bir çift, dua eden bir kadın, birini öldüren bir katil, bir çocuğu koruyan bir adam, bir evi soyan hırsız, insanları kurtarmak isteyen bir kahraman… Bütün bunları arka arkaya gördüğünüzde ne söyleyeceksiniz? Nasıl bir karar vereceksiniz hayat ve insan hakkında?
Eğer milyarlarca insan, tek bir insan olsaydı, nasıl bir insan olurdu?
İyiliği, kötülüğü, sadakati, ihaneti, cinayeti, kahramanlığı, cömertliği, cimriliği, aşkı, nefreti, öfkeyi, şefkati, bütün bu duyguları taşıyan garip bir yaratık.
Peki ama her insan tek başına, bütün insanlığın taşıdığı duyguların hepsine küçük ölçüler içinde sahipse; her insan, insanlık kadar karmaşık ve çelişkiliyse ki ben öyle olduğuna inanıyorum doğrusu, o zaman o insanın kim olduğuna nasıl karar verebilecektik.
Hayat gibi insan da bir televizyona benzeyecekti. Her kanal değiştirdiğinde başka bir görüntü veren bir canlı.
Zaten birçok sanat eseri, insanın nasıl büyük değişimlerden geçebileceğini, iyi bir insanın şartlarının zorlanmasıyla kötüleşebildiğini, en kötünün bile içinde anlaşılmaz bir iyiliği barındırdığını anlatır.
Felsefeyi böylesine eğlenceli bir çocuk bahçesine dönüştüren de budur herhalde: Mutlak bir gerçek olmaması. Ruhumuzu ve düşüncelerimizi özgürleştiren de bu. Fikirlerimizin ve duygularımızın “işte geldik” diye duracağı bir son durak olmaması, sürekli hareket halinde olmaları, sürekli aramaları.
Bağlanacak bir mutlak gerçek bulamadan dolaşıp duran insan zihnini ve ruhunu biraz dinlendirecek tek durak herhalde “mutlak bir güce” inanan dindir. En yorgun, en çaresiz, en acılı olduğumuzda oraya sığınırız. Ancak din bile “mutlak”ı bize veremez, “şeytanın” varlığıyla iyilik ve kötülük, cennet ve cehennem arasında bir çelişki yaratır. Bu dünyası çelişkilerle ve zıtlıklarla dolu insanoğlunun “öbür dünyası” da zıtlıkları içinde barındırır.
Hayatı her kim yarattıysa bunu hareket üzerine yaratmıştır. Hayat dediğinizde bir hareketten söz edersiniz. Ölüm bile yeniden hayata dönüşerek bu harekete katılır. Her şeyin hareket ettiği bir yerde ise “mutlak” olamaz. Hayatı ve insanı çözemememizin, en basit soruların cevabını bile bulamamamızın nedeni de sanırım bu harekettir. Her kımıltısında birbiriyle çelişkili görüntüler yaratan sürekli bir hareketin hangi anını dondurup baksak, başka bir anla çelişen bir gerçek görürüz ki bu da gerçeğin bütününü vermez bize. Ve, hareket bizi hem özgürleştirir hem de çaresizleştirir. O hareketin içine bir seyyah gibi gezer ama o hareketin ardındaki gerçeği hiçbir zaman kavrayamayız. Hiçbir zaman da kavrayamayacağız. Çünkü o gerçeği kavramak hareketi durdurur. Hareket durursa hayat yokolur. O yüzden de sır çözülemeyecek.
Kımıldanıp duracağız, bir gerçekten bir gerçeğe savrulacağız. Kendimizi ve hayatı tanımayacağız. Ama hep tanımak için uğraşacağız.
Basit sorular bizimle alay edecek. Çok da önemli olmadığımızı, kendimizle çeliştiğimizi, değiştiğimizi, değişeceğimizi, bu değişimleri kavrayamayacağımızı, bir gerçeği yakalasak başka bir yandan başka bir gerçeğin karşımıza çıkacağını yüzümüze vuracak.
Ben “ezberlenmiş” sorulardan korkmamaktan yanayım. Eğer kendinizi ve yaşadıklarınızı çok ciddiye almaya başlarsanız surun bir kendinize ve sorun:
-Hayat nedir?
-Ben kimim?
(İlk Yayın: Aktüel, 21-27 Temmuz 2004)