Okulumuzda Reklam Atölyesi’nde öğrencilerle mülakat yaparken onlara hep sorduğumuz bir soru vardır: “Bir bebek maması reklamı yapmak durumundasınız, ama öğrendiniz ki bu mama içinde bebeklere zararlı maddeler içeriyor. Bu maddenin reklamını yapar mıydınız? Ha şunu unutmayın, çok iyi bir işiniz var ve reklamveren de ajansın önemli müşterisi. Yapmayı reddettiğinizde reklamverenden veya işinizden olacaksınız?”. İlk bakışta yanıtlanması kolay bir soru olsa bile aslında bunu net yanıtlayabilen sadece birkaç kişi rastladım. Buna hoca tayfası da dahildir. Çünkü bu sorunun yanıtı sizin hayata duruşunuzu belli eden bir durumdur. Açıkcası ben de şu yaşadığım son döneme kadar bu sorunun yanıtını net veremiyordum. Çünkü evet bir noktada zararlı bir ürün var, ama sigara da zararlı ve reklamı yapılıyor; ama diğer yanda da işiniz var ki o da sizin “güvence”niz dünyada… 😉

Yine beni etkileyen bir başka durumdan daha bahsedeyim size. Daha doğrusu bu bir sahne ve bir kitapta rastlamıştım. Adam Nazi toplama kampında ve çırılçıplak olarak gaz odasına doğru gidiyor. Üzerinde hiçbir kimlik yok artık ve az sonra da öleceğini biliyor. O artık ne bir eş, ne bir patron, ne bir dost, ne bir başka birşey… Az sonra ölecek bir insan ve annesinden nasıl doğduysa öyle yürüyor o odaya ve o noktada kendine şunu soruyor: “Ben Kimim?”.

3. bir sahne de “Meet Joe Black” filminden esinlenerek oluşan bir durum ve sürekli soruyorum bunu insanlara ama daha net bir yanıt kimse veremedi. Filmde Anthony Hopkins dünyada sahip olunabilecek herşeye sahip bir insan. Harika bir ailesi var, çok mutlu, süper zengin, toplumsal olarak en üst seviyede ve Brad Pitt’e diyor ki “Artık isteyebileceğim birşey kalmadı, ölebilirim”. İşte o noktada kafama şu soru geldi. Diyelim bu noktaya 20 yaşında geldiniz ve artık dünyasal olarak da peşinde koşabileceğiniz bir durum yok. Herşeyiniz var ve biliyorsunuz ki 50 yıl daha ömrünüz var. Bunu nasıl yaşardınız? 🙂

İşte size 3 tane farklı sahne ve yanıtlarından sonsuz kombinasyonlar çıkabilecek ve her kombinasyonun bir “yol”, bir “duruş” olarak belireceği bir durum. Hayatta böyle değil mi zaten? Karşınıza bunun gibi bir sürü sahne çıkıyor ve sizin verdiğiniz yanıtlar sizi oluşturuyor. Peki sizin verdiğiniz yanıtlar…? Acaba gerçekten sizin verdiğiniz yanıtlar mı…? Yoksa…?

İş hayatımda haftalar önce karşılaştığım durum ve benim oradan ayrılacak olmam işte beni bu noktalara getirdi. Olay benim işimi değiştiriyor olmamdan daha öte bir anlam taşıyor benim için. Hayatımda ilk defa net olarak ne istediğimi biliyorum, ilk defa net olarak yukarıdaki sorulara yanıt verebilirim ve yine ilk defa kendi yanıtlarım var hayata duruşumu belli eden.

Bu son cümleyi hayata “karşı” duruş olarak da yazabilirdim, ama farkettim ki bu bana öğretilen birşey. Hayat mücadeledir, hayat ona karşı durulması gereken bir zorluktur, hayat direnmek yılmamak yıkılmamaktır… vs. vs. Peki yahu ben bunları kabul ettim diyelim de bu dönem bende şu duyguyu da uyandırdı ve bunu tüm varlığımda gittikçe daha net hissediyorum: Hayata karşı değil, hayatla “birlikte” durmak.

İşte insanoğlu olarak öğrenmemiz gereken ve tüm dünyayı değiştirecek enerji bu bence. Çünkü bugüne kadar o kadar mücadele ettik ve direndik ki ve bu dirençlerimizden öyle bir sistem yarattık ki şu anda bulunduğumuz noktadayız. Ama bir yandan da birşeylerin değişmeye başladığını hissediyoruz da bazılarımız içimizde. Çok güvendiğimiz, çok inandığımız ailelerimiz, hocalarımız, dostlarımız sürekli bize aşıladılar hayata “karşı” durma hissini bize ve bunu bizim iyiliğimiz için yaptılar sonuna kadar da eminim. Ama biryandan da şu vardı ki zaten bunun alternatifini bilen yoktu çevremizde. Bundan 7-8 sene önce yazdığım ilk yazı da bir hayat senaryosu çizmiştim son derece karamsardı ve Hıncal Uluç “Bu belki de sizin öykünüz” diyerek köşesinde yayınlamıştı. O yazı aslında bir isyandı benim için çünkü çevremde çok kişinin bunu yaşadığını görüyor ve aynı senaryoyu yaşamaktan korkuyordum. O yazıyı yazarken değiştirmiştim kaderimi. Bir hocam bana şunu söylemişti: Yazdıkların çok doğru ama bunun alternatifini yazabileceğine inanmıyorum çünkü böyle birşey yok. İşte bu düşünce bizim temelimizde oluşuyor ve tüm hayatımızı yönlendiriyor. Alternatifini bilmediğimiz için ruhlarımızın o kısmında kocaman boşluklar oluşuyor ve o boşluklara da “Korku” adını veriyoruz biz.

Okullarda okuyoruz ama okuduğumuzdan birşey anlamıyoruz doğru düzgün, ama okumamız gerekiyor; üniversitelere gidiyoruz ama orada da niye olduğumuz tam bilmiyoruz. Öğrenmekten daha çok hayatta bize garantiler sunacak sağlam meslekler edinmek için. Resmen bu sürece hızlıca itiliyoruz tam olarak ne istediğimizi, neyin bizi mutlu ettiğini, kim olduğumuzu bilmeden. Suçlanacak kimse yok, çünkü mevcut sistem böyle ve çevrede pek alternatifini bilen yok. Bilenlerin ki de bilgi olarak duruyor, ama uygulama yok çünkü bu da büyük cesaret istiyor. Çünkü tanıdığınız kaç kişi mevcut güvenli yuvalarından çıkıp bilinmezliklerle dolu bir maceraya atılmaya hazır ki??? Sonra üniversite bitiyor ve direk işlere saldırıyoruz. Neyi yapmak istediğimizi bilmeden de. İşin kötü tarafı neyi sevdiğimizi tam bilmediğimiz için üniversite hayatımızda da boş boş oturuyoruz ve sadece okulu bitirerek iş sahibi olmayı ümit ediyoruz. Eee yine bilgisiz bilgisiz saldırıyoruz işyerlerine ve birilerinin bizleri alıp “güvence” sağlaması için bekliyoruz günlerce. Yaptığımız işleri sevmiyoruz ama yaşam bu işte ve o işler sağlıyor bize “yaşamamızı”. Orada başımıza gelecek birşey bizi “güvence”siz apaçıkta bırakır. Parasız kalırız, toplumda yerimiz olmaz, kimse bize kız vermez vs. O kadar bağlamışız ki kendimizi köşeden dönünce bizi bekleyen daha iyisinin olabileceğini düşünmüyoruz bile. Zaten en ufak teşebbüsünüzde de çevrenizdekiler hazır sizi engellemeye: “Salak mısın oğlum, otur oturduğun yerde, bak işte ne güzel yerdesin, geleceğin garanti altında daha ne?”. Ama onlar da bilmiyorlar bunun alternatifini ve sizin iyiliğinizi istiyorlar. Siz zaten bu dakikaya kadar “ben kimim, ne istiyorum, hayattaki yerim ne?” gibi sorulara net yanıt bulamadığınız için kabul ediyorsunuz bu sözleri ve kös kös dönüyorsunuz güvencenize. Bu sadece iş içinde geçerli değil evde, aşkta, yolda yürürken hep böyle. “Olm fıstık gibi hatunu bulmuşsun işte sana deli gibi aşık, daha ne?”. Siz ona aşık olup olmadığınızı bilmiyorsunuz bile, bilseniz de diyemiyorsunuz “ben ona aşık değilim, başkasını istiyorum” diye.

Zaman böyle akıp geçiyor ve eninde sonunda birgün suratınıza bir tokat çarpılıyor sizi uyandırmak üzere. Size somut bir örnek vereyim isterseniz bu tipe. Geçtiğimiz haftaların birinde Ahmet isimli biriyle karşılaştım bir arkadaşımın evinde. Arkadaşım bir barın yöneticiliğini yapan genç ve güzel bir kızdı ve bu da arkadaş ayağına ona gelmişti. Gerçi niyetini anlamış olmakla birlikte görmezden geldim ve muhabbete daldım. Kendisinden bahsetmeye başladı. ODTÜ’den mezunmuş, ailesi çok soylu bir aileymiş, ASELSAN’da müdürmüş vs. vs. “Kendime ve aileme uygun kız bulamıyorum, herkesi reddediyorum. Beni herkes istiyor ama ben uygun bulmadığım için herkesi reddediyorum” falan diye kendine aşırı bir güven içinde konuşuyordu. O bunları söylerken ben onun satır aralarına ve ruhunun gerilerine bakıyordum. Sonunda şunu söyledim: “Ahmet bu senin görünen yüzün ama görünmeyenin ötesinde söylemediğin çok şey var ve sana şunu söyleyeyim, kız olsaydım seninle ASLA çıkmazdım”. Bu suratıma bakakaldı ve şok oldu. “Nasıl yani, neden reddedeceksin ki beni?” diye sordu şaşkın şaşkın. (Ee kolay değil, adam hayatının ilk reddedilişini
yaşıyor. Ama komik olan şu ki, onu reddeden bir erkek :)))) ) “Çünkü sen yoksun ortada Ahmet, sürekli bana kimliklerinden bahsedip duruyorsun, ailenden aldığın eğitimden vs. Ama ortada sen yoksun ki??? Hoş bir herif olabilirsin, toplumsal gücünde yerinde olabilir, ama eğer birgün benim gibi düşünen bir kız çıkarsa karşına yandın çünkü ortada SEN yoksun”. Bu kalakaldı ve gözleri büyüdü. “Hadi bana en büyük hayalini anlat” dedim. Bu durdu, düşündü ve dedi ki “işimde en iyisi olmak”. “Ahmetcim dedim, bundan 10 sene sonra zaten bu gidişinle ben senin yanına ancak randevuyla gelebilirim, o zaten olacak birşey. Sen bana hayallerinden bahset”. Gene yanıt veremedi, bir iki şey söyledi ama yoktu. Hiçbir hayali yoktu. Bana şunu dedi “Bu aralar dışarıda barlarda takılıyorum. İşte cinsel ilişki için kız arkadaş buluyorum, bu birkaç sene boyunca böyle sürecek, sonra bana uygun birini bulunca evlenecem”. “Sen kimsin Ahmet bunun kararını ver. İşinle ilgili herşeye sahip olacaksın emin ol, ama onun ötesinde kendinle ilgili hiçbirşey yok geride” dedim ve dumur olmuş bir vaziyette kalktı ayağa. 

Ahmet uç bir örnek olabilir ama aslında birçoğumuza da yansıtıyor. Bizlerin bir sürü kimliği var ve bizlere öğretilmiş bir sürü bilgi de. Fakat yarın bir dalga gelip hepsini götürdüğünde ve çırılçıplak sahilde yatar halde bulduğumuzda kendimizi, biz kimiz; siz kimsiniz? Bunu düşündünüz mü hiç? Keza bu soru sprituel bilgiler için de geçerli. Kendimiz olmayan bir sürü bilgiyle eğleniyor birçoğumuz, birçoğumuz da kendi sözlerini yalanlayan tavırlarda bulunuyorlar rahatlıkla ahkam kestikleri durumlar gerçekte başlarına geldiğinde. “Söylediğiniz sözlere çok dikkat edin” demişti birileri zamanında ve biz bundan da korkmuştuk “ulan her dediğimiz olacaksa ya kendimize felaket yaratırsak” diye. Kendinden korkmak başlıbaşına bir yazı konusu ve onu da yazacağım hazır olduğumda ama bu noktada yukarıdaki cümle için şunu söyleyebilirim. Felaket gibi bir durum karşısında bile söylediğimiz sözlerin arkasında duracak cesaretimiz olmalı. İşte buna deniyor “bildiklerini uygulamak”. Kıçımız rahattayken konuşmak çok kolay “Aaa tabii, evrene güvenmek lazım canım, o hep yanımızda. Bilinmezliklerden korkmamamlıyız, içlerinden ne güzel mucizeler çıkar, hah hah haaaa (kupadan da çek bir fırt kahve)”. Ama tam bilgisayarınızın başında bu cümleleri yazarken birden şefiniz gelip “müjdeeee, işten atıldın. Evren sana ne mucizeler hazırlıyordur kimbili, tebrik ederim” diye geldiğinde manda boku gibi kalınca görüyoruz ahkam kesmenin halini. Ha hoooş böyle bbir durumda hiç kimse ilk başlarda “Yaşasııııın, macera başlıyor” benim için demez ve açıkcası ilk zamanlarda resmen kıçınızda güvenlik endişesinden basur çıkar. Ama zaman içinde eğer daha önceden de evrenin senaryolarını ve “yaşam” denilen sürecin akışını biraz hissedebilme görünüz olmuşsa, ilk şok dalgasından sonra farkedebilirsiniz aslında nelerin döndüğünü. Neden bu dalganın gelip size koyduğunu böyle… İlk başlarda isyan edersiniz belki de, ama kendim de dahil bunu yaşayan herkeste gözlediğim birşey var: Bunun olmasını biz istemiştik ama bir türlü adım atmaya cesaret edememiştik”. Tıpkı havuza girmek için havuzun kenarına gelipte suya ayağını değdiripte girmeye korkan küçük kızı arkadan birinin suya itmesi gibi bir durumdu bu. İlk şoktan sonra eğer çırpınmazsak suyun bizi kaldırdığını ve keyifle yüzebildiğimizi görecektik. Ama açıkcası çırpınmamak bile büyük cesaret ister, fakat daha büyük cesaret isteyen en azından “yüzmeyi istediğimizi” farketmemiz ve havuzun kenarına gelmemizdir.

Buraya kadar çizdiğim senaryo daha da ayrıntılandırılabilinir ama yazıyı daha da uzatır, anladığımızı düşünüyorum anlatmak istediğimi. Peki bunun alternatifi nedir, yani verilemeyen yanıtlar? İşte o noktada tepedeki sorular dönüyoruz.

İşimden ayrılma kararını aldığımdan beri sürekli bir değişim ve dönüşüm içerisindeyim aslında ve sürekli içimdeki motivleri gözlemliyorum. Boşlukta ve belirsizlikte kalma korkusu, güvencelerini kaybetme korkusu, bir yerlere acilen tutunma ihtiyacı vs. Ama ilk defa tüm bunları gözlüyorum ve korkulara izin veriyorum. Evet, korkmaya izin veriyorum. Belirsizliği kabul ediyorum ve geleceğime dair birşeyi bilmemeyi de. Evet, bir üniversitede çalışan bir devlet memuruydum ben sonuçta ama burada kalmak için sevmediğim bir sürü işi yapmak durumundaydım. Okulda kalmayı sevdiğim işleri yapmak için seçmiştim çünkü okulda faaldim, ama sevmediğim işler sevdiklerimin önüne geçmeye başlamıştı ve açıkcası gitmek istiyordum, ama yukarda saydığım nedenlerden adım atamıyordum. Sonra dalga geldi ve resmen sahilde çıplak kaldım. İşte o noktada başladı “yaşam”ın benim için ne olduğunu anlama süreci. “Geleceğim” diye düşünür endişe ederken kafama çok sert bir top çarptı sahilde yürürken ve dedi bana “işte senin geleceğin bu.Herşeyi kurdum derken bir top gelir çarpar ve ölürsün. Hani nerede gelecek?”. “Güvence” diye düşündüm, heme karşıma “Gerçek güvence devletin 657 sayılı kanununda mı ya da bilmemne ajansın yöneticiliğinde mi, yoksa içindeki SEN’de mi?” sorusunu soran durumlar geldi ve ekledi o içsel ses “Sen kendinde olduğunu yaşa ‘Güvence’nin o ‘güvence’ diye sarıldığın tüm illuzyonların senin önünde sıralandığını göreceksin”. “İş” diye düşündüm ve yanıt geldi “Seçimin bol ama şunu düşün sen neyi yapmayo seviyorsun. Yaşamak için mi para kazanacaksın, para kazanmak için mi yaşayacaksın. Diyelim çok büyük paralar kazandın, onları yaşamında nasıl harcayacaksın. Kendi sevdiğin işi yaptığında, kendine de değer verdiğini gösterirsin evrene ve para sana akar bu yüzden, sen paranın peşinde çabalamazsın, yeter ki bu yolu seç”. Tüm bunlar günler geçtikçe karşıma çıktı ve ben gözledim. Seçimimi şu yönde kullandım hep “Ben oyun alanındayım ve açıkcası herşeyi net göremiyorum ve yarın nelerin olabileceğini de. Bana oyun alanına yukarıdan bakan birilerin desteğini istiyorum. Tüm evrene en faydalı olabilecek yaşamı yaşayayım ve bu yol bana huzur, güven, sevgi, mutluluk ve keyif getirsin”. Seçimimi yaptım ve bıraktım Bu seçimi sadece iş için değil, tüm hayatım için yaptım ben. Bugüne kadar hep direnmiştim kendimi bırakmaya ve kasılıp durdum. Çırpındım ve panikledim. Hayatımda ilk defa bu çırpınmaların azaldığını ve suyun beni kaldırdığını net olarak hissediyorum ve işin güzel yanı da tüm bunların ötesinde hayatla “birlikte” durma konusunda birşeyleri “uygulayabilediğimi” görüyorum ve tüm bu süreç “korku” temelli “bilinmez” bir yaşamdan, “güven” temelli bilinen bir yaşama geçiş süreci oluyor, ama iş burada bitmiyor bunu da hissediyorum. “Güven” de aslında bir kabuk şu ara bana destek olan. Onun ötesinde yani tüm kabukların kalktığı “kabuksuzluk” halini hissediyorum ve işte orada “BEN” varım. Orada “Sonsuz” var ve işin daha da güzeli gündelik yaşamın alışılagelmiş akışının kırıldığını hissediyorum. Yani bu enerji tüm dünyayı değiştirecek bir enerji. Çok zorlu ve adamı basur ediyor ama bana “BEN”imi bulma gibi binlerce enkarnasyona eşdeğer bir hediye sunuyor. Ve şu anda başta sorduğum üç sorunun yanıtını verebileceğimi hissediyorum:

Hayır, işin ucunda işimden olmak olsa bile; inanmadığım hele hele zararlı olacak bir ürünün reklamını ASLA yapmam. Ömür boyu sürecek bir pişmanlıktansa, bir süre işsiz kalmayı seçebilirim. Evren her zaman yanımda ve “iş”im benim yaşantım, patronum hayatım üzerinde söz sahibi kişi değil. Kendim üzerimden BEN söz sahibiyim ve “yaşam”ın benim yönlendirmelerimle gerçekleşen “Kendimi oluşturma süreci” olduğunu artık biliyorum ve bu süreçte “başkalarına bile bile zarar veren bir faaliyet içinde olmayacağım”.

Tüm kimliklerimden arındığımda gaz odasına giden ben, gerçekten BEN’im. İçimde henüz tamamlanmamış boşlukların olduğunu biliyorum, ama tıpkı Nazım’ın dizelerinde olduğu gibi “Hasta yatağında yatarken ve az sonra öleceğini bilirken, hissetmemek mümkünse de erken gitmenin acısını, yine de gülebileceksin anlatılan Bektaşi fıkrasına”. İşte BEN burada varım. Gülümseme de ve keder de bile gülümseme de. Bunu bu sene defalarca yaptım ve yapabildiğimi gördüm…. Gülümsedim… Hayat bir gülümseme benim için, keyif dolu bir gülümseme… Ben gerçekten BEN’im ve ben Gülümse’nin kendisiyim…

Üçüncü sorunun yanıtını ise şu satırları yazarken buldum. Evet, yıllardır aradığım sorunun yanıtını şimdi kavradım. Dünyada tüm bilinenlere sahip olduğun ve artık peşinde koşacak birşeyin kalmadığı noktada başlıyor aslında esas yaşam ve yeni dünyanın yaşama biçimi bu olacak. Bunun adı “Yaratmak”. O noktada safkan yaratıcı güç olduğunu hissedecek insanoğlu ve artık bilinen şeylerin ötesinde hiç bilinmeyen şeyler yaratıp onların tadını çıkartacak. Vaaaaayyy!!! Yaratıcı güçle bütünleşmek. İşte buydu aradığım yanıt ve yaşam biçimi… Bu hep söylenegelmiştir sözlerle ama cidden enerjisini yaşamk gerek yahu… Ve yaratıcı güçle birleşmek için yukarıda bahsettiğim kendini bilmek ve gülümsemek gerek. Çünkü ne yaratacağını hissedeceksin kendini bildiğinde ve bir yandan da yaşamın nabzıyla birlikte akacaksın ki buna akışına bırakmak da deniyor. Sonra da yarattıklarının keyfini çıkartıp bol bol gülümseyeceksin. Vaaay!!! (Kusura bakmayın bunun bilgisini hissetmekle enerjisini hissetmek cidden çok farklı ve şu anda “Live” olarak izliyorsunuz hissedişimi) Yanıt: Yaratmak’mış… (Bunu biraz hazmedeyim de ilerde yazarım) 😉

Evet, yazının başlığında “Yaşadım diyebilmen için…” diye bir soru vardı? Aslında en temel soru o, ama en sonunda soruyorum, tüm yazımı bir kendimin yanıtları olarak sunarken: “Peki ya, yaşadım diyebilmen için…?”

Hasan 'Sonsuz' Çeliktaş

18 Kasım 1976'da Mersin'de doğdu. Toros Koleji'ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'ne girdi. Fakültesini çok sevdiğinden mezuniyeti sonrasında oradan ayrılamadı ve asistan kadrosunda eğitim hayatına devam etti. 2005'te ise İzmir'e yerleşti. 2001 yılında "Sonsuzlukotesi" mail grubunu kurmasıyla başlayan yazarlık hayatı, önce 2002'de sonsuzlukotesi.com'u, daha sonra da 2004'de derKi.com'u kurmasıyla devam etti. Bir yandan da Cosmopolitan, Esquire, Yeni Aktüel, Zodiac, Akşam Brunch gibi dergilerde ve Akşam Gazetesi'nde serbest yazar olarak yazıları yayınlandı. 2011'de ise Anadolu topraklarından doğup Amazon.com'da yayınlanan ilk Türk Spiritüel dergisi "The Wise"ı oluşturdu. Halen yazmaya devam ediyor. Duru Sonsuz ile Özün Dünya'nın babası sıfatıyla onlara rehberlik yapmaya çalışıyor...