Hevesle eline geçen spiritüel kitapları okumuş, her bulduğu seminere atlamış (ama öğrendiği bilgileri hayatına geçirememiş) orta boy bir spiritüele, “zaman nedir?” diye sorduğunuzda, saniyesinde şu yanıtı alırsınız: “Zaman bir illüzyondur, zaman diye bir şey yoktur.” “Peki bunu açıklayabilir misin?” diye devam ettiğinizde ise sorunuza, biraz eveler geveler ve “bazı şeyleri açıklamak zordur, biliyorum ama ifade edemiyorum” diye geçiştirilirsiniz. Aslında size verilen yanıtlar yanlış değildir ve “zaman” hakkındaki bu bilgi, aslında sadece hayatınızı değil, kavranıldığında tüm dünyayı bile değiştirebilecek muazzam bir potansiyel taşımaktadır. Amma velakin, kişide konunun enerjisi değil, bilgisi olduğu için neyi söylediğinin farkında bile değildir…

“Zaman” hakkındaki yanılgılarımızın temelinde, ruhlarımızı “ruhi” değil de “miladi takvim”e göre ayarlamış olmamız yatmakta. Dünyanın güneş, ayın dünya çevresindeki dönüşünün hesaplanması ve bunun sistematize edilerek bir takvim yaratılması, dünyevi işlerin yürüyebilmesi açısından muazzam bir gelişmeydi ve uygarlığımızın da temel taşlarından biri oldu. Fakat biz, “takvim”in icadıyla birlikte, ruhlarımızı da “takvim”e bağlamayı başardık. Bunu da “geçmiş”, “bugün” ve “gelecek” algısını yaratarak başardık. Bununla birlikte, işin içine korkularımız da girdi ve “geçmiş” tüm zamanlara hakim olmaya başladı. Korku, “bugün”ü yaşamamıza izin vermiyordu, çünkü o, “geçmiş”in “kötü” deneyim ve birikimlerinin ürünüydü ve “gelecek”te de o “kötü” deneyimleri yaşamamak için, “bugün”ü kastıkça kasıyordu. Benliklerimizi “geçmiş” ve “gelecek” arasına kıstırdık. Benliklerimiz bir sinema salonunda oturuyor ve “gelecek” olarak düşündüğümüz sinema perdesinde, sürekli “geçmiş”in filmlerini izliyordu. Birileri salonumuza girip, “Yahu sürekli salonun içinde oturup, film izlemeyi bıraksan da biraz dışarıya çıksan, dışarıda bir hayat kaçıyor” uyarısında bulunduğunda ise onu dinlemiyorduk. Yaşamımızı, o karanlık salonun içinden götürmeye çalışıyorduk ve bir süre sonra da o salondaki günlerimiz, “geçmiş”e dönüşüyor ve perdeye “gelecek” olarak yansıyor ve bizleri daha çok korkutuyordu, böylece de koltuklarımıza daha gergin olarak yapışıyor ve kendimizi bu kısır döngüye hapsediyorduk… Aslında fena halde de yanılıyorduk! Çünkü maddi dünya “miladi takvim”e bağlı olsa da, ruhumuz tek bir takvime bağlıydı, “ruhi takvim”e ve bu takvim için geçerli tek bir zaman birimi vardır: ŞİMDİ!

“Herşey sonsuz bir ŞİMDİ’den ibarettir” sözünü okuduğumda çok etkilenmiştim, ama açıkçası ne kadar büyük bir bilgi olduğu konusunda pek algım yoktu. Ama halen kafamda takılı olan bir nokta daha vardı: Peki her şey sonsuz bir ŞİMDİ ise, benim algıladığım hareketin kaynağı ne idi? Maddi dünyada güneşin hareketi ve mevcut saatlerimiz ileriye doğru bir hareket algısını yaratıyordu; ama bu bir illüzyondu, çünkü bizde zamanın hareket ettiği düşüncesini yaratıyordu. Ama aslında gerçek olan, “bizlerin zamanın içinde hareket ettiğimiz” gerçeğiydi. Yıllar önce bir kitapta okuduğum “Zaman değil, sizler zamanın içinde hareket edersiniz” cümlesi biraz daha anlam kazandı, ama halen oturmayan bir şeyler vardı içimde. Sonra bir filmde şu cümlelere rastladım: “İnsanların her saatte, günde, yaşam süresinde birçok anlar mevcut olduğunu düşünmelerinin sebebi: olan biten her şeyin sürekli değişim halidir; etrafınızdaki şekiller sürekli değişirler, düşünceleriniz, duygularınız, insanlar değişim halindedir… Böylece insanlar her anı, yeni bir an olarak düşünürler, bu an, sonraki an, daha sonraki an… Derinine indiğinizde, diğer bir an değil, her zaman ŞİMDİ’nin olduğunu görürsünüz. Ama ŞİMDİ’de varolan şekiller durmadan değişirler. Ama zaman hep ŞİMDİ’dir. “

Bende “zaman” kavramını yerine oturtan cümleler bunlar oldu ve aslında “her şey sonsuz bir ŞİMDİ’dir”in anlamını bir anda kavradım. Sürekli değişim, bizde hareket algısını yaratıyordu; fakat maddi dünyanın koşulları, algımızı illüzyona dönüştürdü ve bizi ŞİMDİ’den kopardı. ŞİMDİ’den kopuş, bizim yaşam enerjimizi engelliyor ve karanlığa boğuyordu. Karanlıkta önümüzü göremediğimiz için sağa sola çarpıyorduk ve korkular üretmeye başlıyorduk. Zamanla karanlığa alışıyorduk, ama bu sefer karanlıktaki geçmiş “sağa sola çarpmalarımız”, bizim hareketlerimizi kısıtlıyordu, çünkü “ya tekrar çarparsak ve canımız yanarsa” diye düşünüyorduk. Bu da bizi hareketsizliğe itti, korkudan olduğumuz yere çöktük kaldık ve hareket etmeyi reddettik veya yapabileceğimizin çok çok azı hareketi kabullendik, tıpkı karanlıkta yürümeye çalışan bir adam gibi. Sonuçta da “zaman illuzyonu”na bir güzel hapsolduk.

ŞİMDİ’nin gerçekte neyi anlattığını anladığımız ve benliklerimizi “ruhi takvim”e ayarladığımız anda ise bu illüzyondan sıyrılacağız ve ışıklar bir anda yanacak. Peki ya sonrasında ne olacak? Hele bir gözlerimiz aydınlığa alışsın da, onu da paylaşırız elbet!

Hasan 'Sonsuz' Çeliktaş

18 Kasım 1976'da Mersin'de doğdu. Toros Koleji'ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'ne girdi. Fakültesini çok sevdiğinden mezuniyeti sonrasında oradan ayrılamadı ve asistan kadrosunda eğitim hayatına devam etti. 2005'te ise İzmir'e yerleşti. 2001 yılında "Sonsuzlukotesi" mail grubunu kurmasıyla başlayan yazarlık hayatı, önce 2002'de sonsuzlukotesi.com'u, daha sonra da 2004'de derKi.com'u kurmasıyla devam etti. Bir yandan da Cosmopolitan, Esquire, Yeni Aktüel, Zodiac, Akşam Brunch gibi dergilerde ve Akşam Gazetesi'nde serbest yazar olarak yazıları yayınlandı. 2011'de ise Anadolu topraklarından doğup Amazon.com'da yayınlanan ilk Türk Spiritüel dergisi "The Wise"ı oluşturdu. Halen yazmaya devam ediyor. Duru Sonsuz ile Özün Dünya'nın babası sıfatıyla onlara rehberlik yapmaya çalışıyor...