Bir insana kendini güçlü, kuvvetli, doğru ya da yanlış hissettiren nedir? İnsanı, kendini, Ben’i insan ilk nasıl kazanır?

Doğduğumuzda hamur gibiyiz, yoğuruyorlar, şekil veriyorlar hayat boyu… İlk hatırladığım ne? Ben olarak, içinde Ben olan… Ben demek, herşeyden önce adım demek… Komik değil mi? Birisi , “kimsiniz” diye sorduğunda söylediğimiz ilk şey adımız…

İlk Ben’i doğduğumuz zaman ismimizle alıveriyoruz.. Ne çok düşünüyoruz bir isim verirken çocuğumuza.. Barış, Savaş, Nehir, Gül, Yiğit, Devrim, Neşe, Şaban, Ramazan… Kendi bilinç altımızdaki tutkularımızı çocuklarımıza işte o ilk “Ben” ile veriyoruz….

Oğluma isim arayışımızı hatırlıyorum… Kolay ama melodik bir isim istiyordum… Eşime kendi babasının adını oğlumuza verebileceğimizi söyledigimde; “asla,” demisti, “belki onun gibi çekilmez biri olur”. Sonra birlikte ikimizinde çok sevdiği, çok zeki ve arkadaş canlısı bir Avusturalyalı arkadaşımızın adını verdik oğlumuza ve buna eşimin çok güleç olduğunu söylediği dedesinin adı ile eşime göre her İngilizin bildiği bir Türk adını da ekleyiverdik… Anthony Robert Atilla Kite.. Böylece küçücük oğlumun doğduğunda hemen hemen kendi boyu kadar uzun bir adı oldu… Ve sadece Tony diye seslendi herkes oğluma bu güne kadar. Onca uzun isim verme cabası neden? Egomuzu tatmin etmek, isteklerimizi dile getirmek, gurulanmak, devamımızı sağlamak, vs,vs…

Bazen, kendi adımı düşündüğümde “kişiliğime daha uygun bir isim olamazdı”‘ diyorum:Deniz… Ben gercekten tüm duygusal iniş çıkışlarımda; tüm yok olup dirilişlerimde ve asla susturamadığım içsel yaşamımla bir Deniz’im… Hani kimi zaman o sakin ve utangaç halimle belki insanlari büyülüyorum ve hatta dinginleştiriyorum ama birde çılgına döndüğüm ve gözümün kimseyi görmediği hırçınlıklarla dolu anlardaki halime tanık olan zavallılar var… İçimde asla durduramayacağım herşeye karşı sonsuz bir merak ve bir o kadar da keşfetme arzusu var… Daha da beteri keşfedilme arzusu…

Lise yıllarında yaz tatillerimizi deniz kenarında geçirirdik. Bir tepe vardı, sahilden ve evlerden uzak. Oraya çıkar, saatlerce boş gözlerle denizi seyrederdim… Bir gün sahilde bir adam gördüm. Çok hoş bir Almandı ve tüm kızların aklını başından almıştı.. O akşam mutfakta yemek yaparken erkek kardeşim, “misafirimiz var” deyince, asla sahilde gördüğüm o sarışın Alman’ ın misafirimiz olabileceği aklıma gelmedi. O anı, yüreğimin o anki çarpıntısını şimdiye kadar hiç unutmadım; kardeşim ve Kai karşımda dikilmiş bana bakıyorlardı. Kai birkaç gün bizde kaldı. Saatlerce birlikte konuşutuk ve aslında herşey hakkında. Bana ilk kez biri zeki ve güzel olduğumu söyledi. İlk kez bir insan yüreğimi titretti. Gece herkes uyurken gizlice onun yanına gitmek isterdim. Ama sonra düşüncelerimden utanırdım. Acaba beni öpseydi hoşuma gider miydi? Asla bilemeyeceğim. Birkaç gün sonra yola devam etme vakti geldiğinde, Kai kendisiyle seyahat edip etmeyeceğimi sordu. Bir Alman ve motosikletiyle seyahat eden bir Alman… Annem elbette kıyameti kopardı. Kızı birkaç gün tanıdığı bir adamla Türkiye’yi gezmek istiyordu! Kai’in veda edişini de , tıpkı kardeşimle karşımda gördüğüm o anı unutamadığım gibi, hic unutmadım.. Bu hayatımda ilk kez özgür olabilmeyi istediğim andır… Kai ile yıllarca mektuplaştık. Dünyanın her yerini dolastı; üniversiteye geri döndü ve öğretim görevlisi oldu.Ve yıllar sonra Viyana’ya beni ziyarete geldiğinde gözlükleri vardı, keldi ve hala çok çekici bir adamdı… Bir gün boyunca Viyana’da dolaştık. Ayrılırken “seni arada bir düsündüm ve seninle olabilmeyi isterdim,” dediğinde gülümsedik… Ona, “bende seninle olabilmeyi istemistim”, diyemedim.Ah, Kai Deponte; her neredeysen işte şimdi söylüyorum:
“O yaz benimde yüreğimden seninle olabilmek gecmisti…”

Hayatımı etkileyen insanların hep sıradışı isimleri ve yasantıları var: Kai Deponte, Leo Faltus, Wolf Meth… Evet, isimler insanların hayatını etkiliyor; belki bilinçaltımızda… Anneannemin adı “Kiz Yeter” idi.. Daha fazla kız istemeyen babası koymuş bu adı rahmetliye… Sevmezdi adını, belki de her seferinde biri ona seslendiğinde babasının kız istemediğini hatırlardı, kimbilir. İstenmeyen çocuk, istenmeyen cinsiyet… Dedim ya, kendi bencilligimizle isim veriyoruz cocuklarımıza; kendimizi tatmin ediyor isimler. Bazen düşünmüyoruz bile, bu çocuk, çocuğumuz, kendini o isimle tanımlayacak, o isimle büyüyecek, gururlanacak gururlanılabilecek bir isimle ve gocunacak gocunulacak bir isimle. Kendine güvenli olabilir ismini söylerken veya fısıltıyla çıkar ağzından ismi, anılmak bile istemez, şakalara konu olur adı… Bir isim işte … İlk Ben duygumuz, bize biri seslendiğinde bakışımız, “evet, benim, burdayım” diyişimiz… Elbette isimle kalmıyor; sonra “bu” diyoruz, “senin annen, bu baban; bu ailen. Buna güleceksin, buna ağlayacak; bu iyi, bu kötü; bu doğru, bu yanlış; bunu isteyeceksin,bunu istemeyeceksin” … Yeşil gözlüysek, güzel olduğumuza inanacağız, sarışın isek salak olduğumuza…

Oysa bir açıp baksalar, hepimizin yüreği aynı atar; hepimizin kanı aynı renk; hepimizin oluşumu aynı; hepimizin hamuru saf ve temiz, yoğrulmamış, şekillenmemiş başlangıçta… Ama illa ki, Ben… Adımızla, şanımızla, insanlığımızla, olabilmeyi başarırsak, “Ben”… Ve tüm yaşamımız başka Ben’lerle, isimlerle şekillenen…

Deniz Kite