Kaç zamandır kafamı kurcalıyor bu mevzu ancak bir türlü fırsat yaratamadım kendime. Zira bazen kantarın topuzunu kaçırma endişesi duyuyordum. Ne de olsa konuyu düşününce sinirlenmemek, üzülmemek, haykırma ihtiyacı duymamak elde değil, tam bir ego’luk malzeme anlayacağınız.

 

Artık geldiğimiz noktada durmak ve susmak mümkün değil. Hatta sabah sabah yataktan bu makaleyle uyandım bile diyebiliriz. Artık o raddeye geldi ki, ellerimden ve zihnimden akmasını ve böylelikle de rahatlamaya niyet ettim. Efendim, mevzuumuz, malumunuz son yıllarda kültürümüzün, diğer bir bakış açısıyla kolektif egomuzun geldiği nokta itibarıyla içler acısı durumu. Artık o kadar egosantrik bir hayat sürmeye başlıyoruz ki, bunun geri dönüşü ya da hatta dönüşümü için zaman ve kolaylık/zorluk tespiti zor. Kriz, ekonomi, alışveriş ve yaşam kültürü, para ve pahayla ilgili bir yazı bulacaksınız. Kişisel görüşlerimi, kuantum bakış açısıyla yansıtmaya çalışacağım. Her zaman söylediğim gibi benim de egom var ben de insanım ve bu sebepledir ki insana dair olan her şeyin kabul görmesi mümkün değildir. Nitekim görmemelidir de velev ki saygıda kusur olmasın.

Konuya önce yaşam biçimimiz, yaşadığımız ve mensubu bulunduğumuz topluma anlayarak başlamak sanırım en akıllısı olacak gibi.

Toplumları anlamak için sosyologlar bir takım enstrümanlara odaklanırlar. Söz konusu toplumun sokaktaki hayatına, en çok izlenen TV programlarına, sanatından, beslenme alışkanlıklarına kadar… Şimdi biraz sosyologların işlerine burnumuzu sokalım ve toplumumuzun son zamanlardaki halini-ahvalini bir inceleyelim.

Beslenme şekli ve alışkanlıklarının bireysel olarak bana çok veri verdiğini söyleyebilirim. Çünkü yemek dediğimiz şey kimimizin sadece karnını doyurmak için, kimimizin lezzet almak için kimimizin de sadece başkalaştırdığı boşluklarını doldurma aracıdır. Bir de toplumsal olarak konuya bakarsak şöyle bir manzara çıkıyor karşımıza. İstanbul için konuşmam gerekirse, sokaktaki restoran çeşitliliği kebapçılar, büfeler, fast-food’cular, esnaf lokantaları ve ev yemekleri diye tabir edebileceğimiz mantıcı, köfteci ve benzeri lokantaların oluşturduğu gruptan müteşekkil. Hepsinin en dikkat çekici özelliği ise vitrinlerinde koca koca yazılarla duyurdukları indirim ve/veya kampanyalı menüler. Bunda ilginç olan ne diyeceksiniz? Ben bunu hep ilginç hatta garip olarak nitelendirmişimdir. Birçok ülkede vitrinler tertemiz tutulur, lokantanın menüsü dışarıda, tercihen fiyat bilgileriyle birlikte sunulur. Ancak aşağı-yukarı herkes bilir ki, bir öğlen yemeği öyle bir restoranda işte bilmem ne kadar tutar ve müşteriler açısından o restoranın belli bir yemeği en iyi yapmasıyken, lokasyonu ve temizliği tercih sıralamasını değiştiren unsurlardır. Çünkü herkes iyi bir öğlen yemeğini hak etmiş ve bunu gerek temizliğiyle gerek lezzetiyle gerekse de manzarasıyla sunan birçok alternatif mevcuttur. Burada varmak istediğim nokta, sıradan olması gereken hatta temizliği, lezzeti ve özeni de sıradan -hani yeni tabirle standart- olması gereken bir şeyin bile “para”sıyla kıyaslamamızdır, tıpkı her şey gibi.

Kolektif egomuz her şeyi ama her şeyi parayla kıyaslamaktadır. Hadi bunda da sorun yok diyelim. Ancak sorunu yaratan şey, zaten paraya verilen kolektif mana ile paranın kendisinin sunduğu mananın bambaşka olmasıdır! Çünkü toplumumuzda para aslanın ağzında, ağaçta yetişmeyen, ellerin kiri, ekmekle eşanlamlı, olmazsa olmaz, güç sembolü, her şeyi satın alabilen… diye devam eden bir anlam silsilesine sahiptir. Hatta o kadar onu severiz ve her şeyi onunla kıyaslarız ki, tüm sempatimizi ona aktarmayı da unutmamışızdır, örneğin paraya lakap takan ender milletlerden olduğumuzu düşünüyorum. Halk arasında mangır, Roman’nın sipali, esnafın nakitine canlı; kredi kartına cırt dediği, Kapalıçarşı’da Avrupalı olana “yumoş” Amerikalısına “tam” dediği adeta bir maskot. Bir şeye bu kadar çok mana verilirse bunun gidebileceği yerleri görmek çok kolaydır. Üstelik bu manalar manzumesi bizim tüm mutluluğumuzu, sağlığımızı, esenliğimizi, kıvancımızı, namusumuzu, vb kıyasladığımız mihenk taşımız ise…

Para/Tatmin gibi basit bir denkleme gelmek bile acı dolu günler ve haftalar alabiliyor. Bir şeyi alırken onun etiketine bakarız ve sonra o şeyi aldığımızda hissedeceğimiz duyguya o meblağı vermeye değip-değmediğidir zihnimizin yaptığı şey. Örneğin, X markada gördüğüm ve kendimi “elegant” hissettirecek, son derece iyi tasarımlı siyah bir ayakkabıyla; Y markasında gördüğüm, kırmızı deriden ve çok iyi tasarlanmış bir çantayı mı alsam dediğinizde, zihninizin kısaca yaptığı şey şudur. O an en çok neye ihtiyacınız olduğunu tespit etmek! “Son zamanlarda biraz özgüven eksikliği hissediyorum, bir takım şeyler de üzerime üzerime geliyor hâlbuki ne kadar çok ihtiyacım var durulmaya, kendimi özel ve iyi hissetmeye” ağır basıyorsa siyah ayakkabının etiketi pek de önem taşımayacaktır. Eğer “Onca yatırım yaptım, muazzam bir palto ve ayakkabıyla kombinledim elbisemi ve bir tek çantası eksik, onu da alırsam tam olacak” ağır basıyorsa yani söz konusu duygu “tam ve bütün” hissetmeyse, muhtemelen çantayı alacaksınızdır. Burada demek istediğim şey, siz kırmızı çantayı sadece kırmızı çanta olduğu için mi aldığınızı sanıyorsunuz? Tıpkı yediğiniz krem brüle gibi, gittiğiniz sinema, sürdüğünüz makyaj malzemesi, elinizdeki telefon, hafta sonundaki maç gibi… Bizim yaptığımız her şey, yediğimiz her yemek ve onu yeme şekli, aldığımız her nefes ve şekli, gittiğimiz her mekan yani kısacası doğal olmayan yaptığımız her şey “biz bir şey olmak istediğimiz” içindir. Phil Laut kitabında şöyle demişti: “Aslında herkes Rolls-Royce alabilir, onu almamalarının sebebi aynı paraya ev almanın daha mantıklı ve kendilerini daha güvende hissettireceği içindir”. Bilmem kim, bilmem ne marka araba alınca kıyametler kopan kolektif egomuzda, herkesin aslında o arabaya sahip olabileceği fikri bulunmamaktadır. Egomuz hemen kendine bir düşman yaratır ve tüm ikiyüzlülüğüyle “zengin, haram, yuh” gibi hakaretlere başlarken hemen oracıkta aklına sokakta aç gezenler, evsizler, fakir-fukara, garip-gureba gelir… Kişi, babadan-anadan kalma on evin kirasını toplar ve onu hiçbir şekilde insanların hizmetine sunmazken, yatırım yapmazken sorun yoktur, ancak biri onun bir evi değerinde otomobile bindiğinde ikiyüzlü ego ortaya çıkar ve kükrer: “Yazıklar olsun!”

Bakın, insanoğlu doğduğundan beri tuvalete çıkar değil mi? Bunda bir sorun yoktur. Herkesin tuvaleti gelir ve bir şekilde bu ihtiyaç doğaldır ve doğal yollarla giderilir. Ancak duş alırken hiç dikkatinizi çekti mi, bilinçli-bilinçsiz bir şekilde aldığınız duş jelinizin üzerinde ne yazıyor? Aldığımız basit bir duş jelini bile “bir şey olmak için” alırız. Eğer üzerinde “relax” vb bir şey yazıyorsa, her sabah tüm bedeninizin gevşemiş olması için, sakin olmak için onunla duş yaparsınız. Ne hikmettir ki, kendinizi gergin hissettiğiniz günler, özellikle onunla duş alırsınız. Bir de canlandırıcı isimli, renkli ve kokuları mevcuttur, bunları da genelde uyuşuk, içinizden hiçbir şey yapmak gelmeyen günler, zoraki enerjik olmanız gereken günler vb kullanırısınız. Bir de tabi ki cildini çok önemseyenler için işte bilmem ne yağı özlü, tropik meyve salatası özü vb gibi kendinizi taze ve egzotik hissetmeniz için tasarlananlar mevcuttur. Giyimden aksesuara, otomobilden, restoranlara kadar bu liste uzayıp gidebilir. Orada olmak, ona dokunmak, onu tanımak, onu kullanmak, onu giymek, “o olmak” halidir.

Kişisel Gelişim, Para ve Paha

Bu durum genel olarak “Kişisel Gelişim” başlığı altında toplamayı gelenek haline getirdiğimiz hizmetleri alırken de söz konusu oluyor. Dikkatimi çeken bir konu özellikle son zamanlarda, mail gruplarında sıkça rastladığımız bir tartışma, spiritüel işlerle uğraşan, şifacı ya da kaba tabiriyle kişisel gelişimcinin para kazanmaya hakkı olmama durumu. Toplumsal mitlerin en yaygınlarından biridir, ulvi bir iş yapıyorsanız açlıktan ölmelisinizdir! Sizin iyi bir hayat yaşama hakkınız yoktur. Ne de olsa insanların hayırları söz konusudur ve bu durumda size kimse para vermek istemez! Eğer sanayiciyseniz, kauçuk üretiyorsanız, kuruyemişçi, market sahibi, ev sahibi, şirket çalışanı, armatür üreticisi, kaportacı vb iseniz zengin olmanızda ve işinizi iyi yaptığınız sürece hayatın tüm nimetlerinden faydalanma hakkınız sonuna kadar vardır. Ancak doktor, hemşire, şifacı, kişisel gelişim uzmanı, öğretmen vb. gibi ulvi bir iş yapıyorsanız, toplumun ve bireyin ihtiyaçları sizin paraya olan ihtiyacınızdan daha fazlaysa sizin zengin olma hakkınız yoktur. Olursanız da abesle iştigaldir! Ya üfürükçüsünüzdür ya da dolandırıcı!

Bir kere burada yine doğru kavrama doğru manayı verme zamanı geldi. Spiritüel ya da değil, “ulvi” bir iş yapan insanların da bir hayatları ve aileleri vardır. Her şey en az bir işçi, sanayici, avukat, mühendis kadar onların da kullanımına sunulmuş ve kullanmaları haktır, tıpkı her şeyin herkese olduğu gibi. Eğer siz kişisel algınız vesilesiyle para=şeytan gibi bir inanca sahipseniz, bir miktar para karşılığında bu insanların sizin bu benim “anlam kayması” diye tabir ettiğim negatif inanç kalıbınızı değiştirebilir ve size özgürlük sağlayabilirler. Bir parça olsun parayla kavga etmeyi bırakmış ve onun da diğer her şeyde olduğu gibi bir enerji olduğunu anlama-algılama şansını yakalarsınız. Paranın kendisinin “nötr” bir kişiliğe sahip olduğunu ve onu kullanan kişinin “hamiyet birikiminin” parayı “kötü” ya da “iyi” işlere vesile ettiğini anlarsınız. Kuvvetle muhtemeldir ki eğer bu farkındalığın biraz üzerine giderseniz, bugüne kadar tıkadığınız tüm bolluk-bereket kapılarını da açmış olabilirsiniz.

“Kişisel Gelişim Piyasası” da diğer her piyasada olduğu gibi kendi içinde iyi ve kötüyü, ucuzu ve pahalıyı içermesinden daha doğal bir şey olamaz. Burada seçiminizi kendi tercihleriniz yolunda yaptığınız sürece sorun yoktur düşüncesindeyim. Bu arada, ironik bir hatırlatmada bulunayım. Bazen bazı danışanlarımdan eleştiriler alıyorum. Diyorlar ki, falanca insana gittik hiç memnun kalmadık ve onca para verdik. Ben de onlara iki şey söylüyorum. Birincisi, evrenin aynalık prensipleri yasası uyarınca onları da kendilerinin çektiğini ve bununla baş etmeleri gerektiğini ve de o insanlar hakkındaki yargılarını acaba kendi işlerinde ya da yaşamlarında da kendilerinin getirdiği bir şey olup olamayacağı oluyor. İkinci olarak da, sıradan bir futbol maçını 25 bin biletli seyirci izlediğini ve aslında orada 25 bin ayrı maç oynandığını anlamak gerekir. Zira herkesin “o an olan” şeyden aldığı şeyler farklıdır. Malum memleketimizde 70 Milyon lisanslı(!) teknik direktör olduğu gibi…

Anımsayın, bugüne kadar onlarca öğretmenimiz oldu. Hepsi büyük bir iyi niyetle bize bir şeyler öğretmeye çalıştılar ücreti mukabili ancak biz ne kadarını kabul ettik? Bu onları kötü öğretmenler mi yapar yoksa bizleri kötü öğrenciler mi? Yoksa kolay bir çözüm yoluyla eğitim sistemini eleştirerek mi geçiştirmeliyiz konuyu? Eğitim sisteminin mükemmel olduğunu düşünmemekle birlikte burada değinmek istediğim şey farklıdır. Kaçımız eğitim hayatı boyunca ve hatta ondan sonra da ilgilendiği konular hakkında kitaplar aldı, okudu ve araştırmalar yaptı?

Gelişim, Spiritüellik ve Para

Artık biliyoruz ki her şeyin içinde Tanrı vardır. Onun nefesiyle bezenmiş ilahi varlıklarız. Ruhani deneyimler edinmeye gelmiş insanlar değil, insani deneyimler edinmeye gelmiş yüksek ruhsal varlıklarız. Hayatı tatmak için, duygularımızı ve algılarımızı kullanırız. Kimi zaman aileden getirdiğimiz, kimi zaman çevreden edindiğimiz yanlış öğretilerin suçlusu hiç kimsedir. Varlık bilincinin tesis olmaya başladığı bu çağda eski düşünce kalıplarından arınmak yapılabilecek en doğru davranıştır. Varlık bilincine uyumlandıkça sokaktaki dilencinin içindekinin de sizin içinizdekinin de aynı “öz” olduğunu kavrayacak ve sığ sorunlardan bir anda kurtulmuş, özgürleşmiş olacaksınız. Hala kavrayamadığımız o kadar çok hassas ölçüyle yaratılan bir evrende yaşıyoruz ki, bunu fark etmek ve hissetmek gerekir. Einstein’ın sevdiğim sözlerinden biri şudur: “Hayatı yaşmanın iki yolu vardır, biri her şey mucizeymiş gibi; diğeri değilmiş gibi” Her şeyin mucize olduğunu kavradığınız anda bir çok kavram çatışmasından kurtulmaya başlarsınız. Bunları da üzerlerine düşünerek, tefekkür ederek, bakarak-görerek ve okuyarak elde edersiniz. Öğrenmenin aslında hatırlamak olduğunu bilmek bile büyük bit özgüven verir insana. Siz insan, Tanrı’nın sureti, Yardımcı Yaratıcılar olarak bu evreni doyasıya ve kana kana yaşamaya hakkınız vardır. Bunun yolu da gelişmek, büyümek, yükselmek ve hatırlamaktır. Sadece bunlara duyduğunuz dürtü bile yeterlidir. Spiritüel düzeyiniz arttıkça hayatınızdaki bolluk-bereket ve diğer tüm imkanlar da aynı derecede artacaktır.

Tanrı’nın yansımaları olarak, eğer hayatınızda keyif, özgürlük, bolluk-bereket, zenginlik, sevgi, coşku ve sağlık varsa işte o zaman gerçek spiritüel doğanızı yansıtıyorsunuz demektir. Tanrı her yerdedir ve her şeyin içindedir. Siz BMW’nizle seyahat ederken de sizinledir, İtalya seyahatinizde de…

En Doğru Yatırım Kişisel Gelişiminize Yaptığınız Yatırımdır

Yatırım kelime manasıyla “Parayı, gelir getirici taşınır ve taşınmaz bir mala yatırmak” demektir. Yani ileride almayı düşündüğünüz bir çıkar için şimdiden ona para yatırmaktır. Biz otomobilimize yatırım yaparız, eve, yazlığa, vb… Peki kendimize yatırım yapar mıyız? Hayatta hiçbir şeyi ve kimseyi kendinizi sevdiğiniz kadar sevemezsiniz, bu doğaldır. Peki, hayattaki en değerli şeye neden yatırım yapmak zordur? Yaşlılığımız için emeklilik payı öderiz her ay, kira ödememek için başımızı sokacak bir ev, sağlık masrafları için, ani ihtiyaçlar için vs… Biz zannederiz ki, ödediğimiz onca para bizi ileride de sağlıklı, zengin ve müreffeh kılacaktır. Öyle düşünüyorsanız etrafınıza bir daha bakmanızı öneririm!

Hayatın her anını büyük bir sevgi içinde, huzurlu, mutlu, zengin ve ruhsal doyum içinde yaşamak yerine, onların eksikliğini giderici maddi yatırımlar yaparız. Hâlbuki bir kez spiritüel anlayışa adım attığınızda kolaylıkla fark edeceksiniz ki bu dünyada her türlü mutluluk unsurlarını hemen kendinizde yaratabilir ve bunu bir ömür boyu sürdürebilirsiniz. Üstelik çok daha cüzi yatırımlarla, doğrudan ve direkt kendinize yapacağınız yatırımla!

Bunu nasıl yapacağınız da basittir, okumak! Okuyun, okumak sadece kitap okumak manasında değildir. Hayatı, kendinizi, çevrenizi, içinde bulunduğunuz bedeni ve evreni okursanız paha biçilmez bilgiler hatırlarsınız.

Spor salonlarına gidip kalabalıklar içinde, gürültülü bir ortamda, bir takım demir(!) aletlerle palyatif bir gelişme sağlamaktansa, evinizde ve/veya dışarıda sükunet içinde yoga yapabilir, her sabah kolaylıkla “Tibet’in Beş Ayini”ni yapabilirsiniz. Üstelik en güzel ve doğal enstrümanla yani bedeninizle. Bedeninize verdiğiniz değerle öz değerinize yatırım yapabilir ve hastalanma risklerini azaltırsınız. Bedeninizle beraber zihninize de yatırım yaparsanız çok karlı bir işe başladığınızı söyleyebilirim. Yaratacağınız sükûnet anlarıyla, tefekkür zamanları ve alanlarıyla hayatınızı ve kendinizi inceleyebilirsiniz. Her şeyin cevabı içinizdedir. Son zamanlarda dalga konusudur ancak öyledir, evet sevgi dahil her şey buradadır, içimizdedir!

Tüm inanç kalıplarınızı gözden geçirebilir ve böylelikle doğru kavrama doğru manayı vererek özgürleşirsiniz. Bunu ücreti mukabili diğer insanlardan yardım alma şeklinde de yapabilirsiniz, bedavaya da getirebilirisiniz.

Hatırlayın, gerçek refah spiritüel düzeyi yüksek insanlarca çok daha kolay ulaşılabilir ve sürdürülebilirdir. Bu evrenin yasasıdır…

Kriz(!) Döneminde Alışveriş Tavsiyeleri

Burada biraz daha düşünürseniz ne demek istediğimi çok daha net anlayacaksınız. Çok basit bir yöntemle, son aldığınız 5 şeyi düşünün ve şu soruları sorun kendinize, onlara gerçekten ihtiyacınız var mıydı? Onları neden aldınız? Kaç para? Almasaydınız kendinizde bir eksiklik hissedecek miydiniz? Benim kendimde geliştirdiğim ve çok işime yarayan bir yöntemdir bu yıllardır kullandığım. Zira o kadar saçma-sapan şeylerle eve geldiğim oluyordu ki, bir gün oturup bununla yüzleşmem gerektiğini düşündüğümde bir de baktım ki, sadece içinde olma hissi, onu kullanma hissi vb gibi duyguları “bir an tatmak” için bir dünya gereksiz şey almış ve böylece kaynaklarımı israf etmiştim.

Malumunuz şu sıralar her yer ve hemen hemen her şey indirimde. Bir alışveriş çılgınlığıdır gidiyor. Çoğu dostumda gördüğüm genel sorun şu minvalde, zamanında almak isteyip de pahalı(!) bulduğu ancak aslında şu an ihtiyacı olmayan şeyleri almaya başlıyorlar üstelik aylarca taksit ödemek şartıyla. Egonun sadece “sahip olmak” duygusu için yapılan, anlık bir tatmin getirecek ve sonrasında daha derin açlık getirecek olan duygu için… Biz iyi biliyoruz ki egosal tatminin sonu yoktur. Olsaydı koca koca şirketlerin patronları hükümet kapılarında ellerini açmış para dilenmezler ve mevcut kaynaklarını insanların hayrına kullanma yolunu seçerlerdi.

Diğer bir sıkıntı ise bir şeyi sadece “ucuz” olduğu için almak. Normal şartlarda pek de umursamayacağınız bir takım ürünler şimdilerde oldukça ucuzladıkları için -ki ben aslında gerçek fiyatlarını buluyorlar diyorum- “sahip olma isteği”ni tetikliyor. Böylelikle doyumsuz ego tezgâhını iyi bir yere kuruyor kişiye daha çok, daha da çok ve “Ennn çok”a sahip olma isteği yaşatıyor. Diyorum ya bunun sonu yok. Bence kriz(!) dönemini fırsata çevirmelisiniz. Şirketler de öyle diyorlar ya “Bu kriz bizim için büyük fırsatlar getirecektir” diye. Siz de öyle yapın şöyle ki, gerçekten ihtiyacınız olan şeyleri, eğer mevcut halinizde bir eksiltme yaratmayacaksa edinin, hem de keyifle! Bir şeye gerçekten ihtiyacınız olup-olmadığını anlamak çok kolaydır, mevcut durumda yani o şey hala yokken hayat kalitenize negatif etkisi oluyor mu? Sahip olduğunuz anda yaşam kalitenize pozitif katkı sağlayacak mı? Ve de alım şartları uygun mu? Bunlar basit ama etkili sorulardır. Burada varmak istediğim nokta egosal yatırımlar değil, özünüze yakışır yatırımlar yapmanızdır. Her insanın bu dünya üzerinde bolluk-bereket içinde olmaya, en rahat koltuklarda oturma, en güzel giysileri giyme, en güzel otomobillerle seyahat etme hakkı vardır. Dikkat edilmesi gereken husus, bunları sağlarken eksiltme yaratmaması, zorlamaması ve zaten ihtiyaç duyulmasıdır.

Siz kaynaklarınızı efektif kullanmazsanız, evren de sizi efektif kullanmaz! Siz bakabileceğinizden, sevginizi, dikkatinizi ve özeninizi gösterebileceğinizden çok şeye sahip olursanız aslında siz hiçbir şeye sahip olamazsınız demektir. Gerçi, bu dünyada hiç kimse hiçbir şeyin sahibi değildir ya, neyse. Gülünç gelebilir ancak ayakkabınızdan kaleminize kadar her şeyi belli bir sevgi ve özen ölçeğinde davranmak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü siz kendinize ve size hizmet eden şeylere karşı ne kadar özen gösterirseniz onlar da size aynı özeni gösterecektir.

Özen Meselesi

Bütün bunları neden anlattığıma gelince, toplum olarak son zamanlarda o kadar “özensiz” bir yaşama biçimimiz var ki, üzülmemek ve biraz olsun dikkat çekmemek mümkün değil. “Kullan at” kültürü diyorum ben buna. Yiyeceklerimizden giyeceklerimize kadar o kadar çok şeyi kullanıp-tüketip kolayca atıvermeye alıştık ki ilişkilerimiz de aynı muameleye maruz kaldı. Çoğu esnaf -eskiden velinimetti- müşterisine “nasılsa bir daha gelmez” gözüyle bakmaya, öğretmenlerimiz –sadece okullardaki öğretmenleri kast etmiyorum- “bunlardan nasılsa adam olmaz”, şoförümüz “inse de gitsek”, satışçılarımız –çoğu ne sattığını bilmiyor- “yeter ki alsın” gözüyle bakmaya başladılar. Bu kolektif değersizlik sokağa öyle bir yansıdı ki gülümser bir ifadeyle yürüyen, alışveriş yapan, okuyan, gelen-giden kalmadı! Bu hizmet kalitemize yani aslında yaşam kalitemize doğrudan etki yaptı. Eskiden üzerlerini örterdik müzik setlerimizin, televizyonlarımızın, kendi ellerimizle yıkardık otomobillerimizi, başucumuzda dururdu en sevdiğimiz grubun kaseti-cdsi… Şimdi artık mp3’ler var, i-Pod’lar var. Eskiden hastalandığımda rahmetli anneannem gecenin bir yarısı kalkar çorba kaynatır ya da nane-limon yapardı. Şimdi sıcak suda eriyen kimyasal alıyorum, “kettle”da iki dakikada kaynattığım suda… Duygusal bir nostalji yapmak değil amacım, melankolik anıları sıralamak da değil edebi bir şekilde, amacım en azından bugün ve sadece 5 dakika durup-düşünmektir. Ben neredeyim ve ne yapıyorum diye! Bunu sorun kendinize, sevgiyle üretilen şeyleri tüketirdik, bize ne oldu da en sevdiğim marka spor ayakkabı artık fabrikasını Çin’e taşımak zorunda kaldı ve ben de hiç alışık olmadığım şekilde yanlarında defolar görmek zorunda kalıyorum? Önceliklerimiz neden “ucuz”dan yana olmaya başladı? Her şeyin ucuzunu arar olduk. Almak isteyip de alamadığımız her şeye “pahalı” deyiveriyoruz. Bizim kendi öz-pahamız onu almaya yetmiyor artık, ucuzu lazım, daha ucuzu…

Seminerlerime katılanlara başınızı pencereden dışarı uzatın ve bakın yukarıda ne güzel ay parlıyor diyorum. Ay’dan Dünya’mıza –evimize- bakın, havada duran küçücük bir top içinde,küçücük hayatlara sahibiz diyor ve ekliyorum “Nedir bu kadar büyüttüğünüz sorunlar”? Üstelik parçanın bütünün bilgisini taşıdığını, hepimizin ve her an birbirimizle bağlı olduğumuzu ve düşüncenin atomu etkileyebildiğini, hepimizin –evrenin yapıtaşının- aynı maddeden olduğunu artık biliyoruz Kuantum Fiziği sayesinde. Ben kuantum fiziğini çok seviyorum, özellikle de son zamanlar insanlar üzerindeki etkisine bayılıyorum. Zira birkaç duygusal insanın aralarında yaptıkları kişisel ve duygusal sohbetlerde ortaya çıkmış bir romantik felsefeden ziyade kelli-felli bilim adamlarının uzun araştırmalarının sonucunda ortaya koydukları çok değerli bir teori olması, anlattığım kişilerde –ego ve bilinçaltları- “ben buna inanmıyorum” deme lüksünü sıfıra indirgediği için. Mevlana’nın 600 yıl evvel söylediği şeyleri bilimsel verilerle kanıtlamaya çalıştıkları için. İncil’de, Kuran’da, Kabala’da, Tao Te Ching’de yüzyıllardır rastladığımız bilgileri günümüz insanının anladığı dile çevirdikleri için.

Tüm bu çelişkiler ve ikilemler üzerine yeni bir paramız daha oldu. Toplumun ihtiyaçları yine toplumun davranışlarıyla belirlenir. Artık 200 TL değerinde bir banknotumuz oldu, nur topu gibi, vatana-millete hayırlı olsun. Paranın değer kaybının ve onunla alınabileceklerin ne kadar her geçen gün düştüğünün vesikası adeta.

Bu ikiyüzlü paranın arkasını çevirdiğinizde göreceğiniz şahıstan ironik bir alıntıyla kapatıyorum:

“Beni ben demen bende değilem, Bir ben vardır bende benden içeri”Yunus Emre

Konuk Yazar