Yakın geçmişte de bugün de kimi ciddi araştırmacılar ve bilim adamları tasavvufun, islamın katı skolastik inanç ve uygulamalarına tepki olarak ortaya çıktığını; bu arada onun hristiyanlıktan da, kadim Mısır, İran, Hint ve Çin felsefelerinden, hattâ şamanizmden bile etkilenmiş olduğunu öne sürmektedirler. Bu etkileri gizlemek amacıyla bugün çoğu tasavvuf ehlinin sözleri, dilimize gerçek söylemlerine hiç de uygun olmayan biçimlerde çevrilmekte, kendi sözlerinden çok, çarpıtılmış yorumlarla aktarılmaktadır.

Bu arada hemen belirtelim ki geçmişte pek çok tarikat tasavvufî değildi, bugün de değildir. Hattâ o zaman tasavvufî nitelik arzedenler de zamanla bu vasıflarını yitirmiş, şeriatın ve taassubun boyunduruğu altına girmişlerdir. Bizim yazar ve yorumcularımızın da yıllardır çabaları Mevlânâ’yı şeriatın dar kalıplarına ve dinsel şekilciliğe sokup onun sufî fikirleri yerine, din ile ilgili (ve o gün için zorunlu) söylemlerini öne çıkarmaktır. Tabii o zaman da hem Rûmî’den geriye pek az şey kalmakta hem de o büyük düşünce insanının evrensel yönü yok edilip sıradan bir vaiz düzeyine indirilmiş olunmaktadır.

Mevlânâ’yı Mevlânâ yapan onun dinadamı ya da bir teolog olması değildir; öyle binlercesi var. Onu yücelten ve kendi deyimiyle  ‘gönüllerde yer bulmasını’  sağlayan, ileride göreceğimiz gibi, engin hoşgörüsü, sevgi insanı olması, bugün için de doğru olan yollardan birisini  ‘işaret etmesi’, insanlara bir yandan özgüven aşılarken diğer yandan korkularını giderip zihinsel bakımdan arınmalarını sağlayarak onlardaki dinsel taassubu yıkmış olmasıdır. Onun bir diğer özelliği de gerçek bir  ‘başkaldırı insanı’  olmasıdır. Zaten bu yüzden yabancılar onu bizden daha iyi anlamakta, ya da her inançtan insan onda kendinden bir şeyler bulabilmektedir.

Mevlânâ’nın da tıpkı Ahmet Yesevî gibi, farklı din ve inançlardan öğrencileri vardı. Şeriatçı ve baskıcı olsa böyle bir şey mümkün olabilir miydi? Ama nedense koşullu ve artniyetli yorumcular meselenin bu tarafından hiç sözetmezler. Onun,  “Putperest olsan da, mecusî olsan da…, tövbeni bin kez bozmuş olsan da gel!… Bizim dergâhımız, umutsuzluk dergâhı değildir.”  derken kastettiği hiçbir biçimde,  gel sen de dinini-inancını değiştir anlamında bir söylem değildir. O yüzdendir ki  ‘evrensel’  olabilmiş; o yüzden cenaze törenine, her inanç ve anlayıştan kişiler tarafından ona duyulan büyük sevgi ve saygıdan dolayı,  hem de o devirde  papazlar ve hahamlar da dahil, kültürel bakımdan çok farklı inançların mensupları katılmıştır (1273).

Onun anlayışına ve felsefesine  ‘mevlevîlik’  adının verilmesi büyük üstadın vefatından sonra olmuştur. Gerçek anlamıyla mevlevîlik öylesine bir deryadır, yaşayan ve gelişen bir anlayış, uzun bir yürüyüştür, o nedenle de öylesine ferâset gerektirir ki; bu yüzden onun derinliği sadece herhangi bir şeyhin iz’ânına da insafına da bırakılamaz. Tabii akademik unvanı olsun veya olmasın, sadece skolastik din eğitimi almış ve onun üzerine başka bir şey koyamamış o resmî, taraflı ve tutucu yorumcuların dinsel yorumlarına da sığdırılamaz.

Bugün  ‘islam mistik düşüncesi’, ya da  ‘islam mistisizmi’  başlığı altında ne zaman arama yapmaya kalksanız, karşınıza çıkacak ilk isimlerden birisi mutlaka Celâleddin-i Rûmî olur. Ama şer’î islamın kendi mistisizmi yoktur. Hem şeriat hiç kimseye böyle bir özgürlük tanımaz hem de mistik olmaya başlandığında skolastik dinselliğin kurum ve kavramlarıyla çatışmanız, o şer’î hükümlerin ister istemez dışına çıkınca da din adamları cumhûrundan önce dışlanıp sonra da suçlanmanız kaçınılmaz olur. Çünkü mistiklik evrenseldir, doğaldır; onun özgürlüğü herhangi bir dinin dar kalıplarıyla sınırlandırılamaz. Yani ancak ‘kültürel’ bakımdan o dinsel çevre içerisinden çıkabilmiş mistik’ten sözedilebilir. Nitekim dikkatle incelediğinizde, dinsel propaganda kaygılarını çoktan aşabilmiş ve evrenselliğe yaklaşabilmiş olan büyük mistiklerin sözlerinden, kültürel kökenlerinin Hindu, Budist, Taocu veya Zen… olmasına bakmaksızın ve en küçük bir rahatsızlık duymadan içsel yolda sizi aydınlatabilecek çıkarımlamalara, değerlendirmelere erişebilirsiniz. Bunun nedeni bütün mistiklerin aynı kaynaktan nemalanmaları, farklı dillerde ve az çok değişen varyantlarla da olsa gerçekte aynı ana yolu izlemekte olmalarıdır. Hangi tâli yolu ya da yürüyüş biçimini tercih etmiş olsalar da ortak yönleri gönül dostu, şefkat ve merhamet sahibi, şiddet karşıtı, hoşgörülü ve çevreye duyarlı insanlar olmalarıdır…

Mevlânâ kendisinden önceki büyük düşünürleri doğru anlayıp özümseyebilmiş bir düşün adamı ve insandaki fiziksel ve ruhsal evrime ışık tutabilmiş, onu doğru yorumlamış ender şahsiyetlerden birisidir.

Mansûr’dan sonra  ‘Vahdet-i Vücûd’  (Varlığın birliği) kavramının en büyük düşünürü olan Ferideddin-i Attâr (1119-1193) insanın çeşitli aydınlanma aşamalarından geçtikten sonra   ‘insan-i kâmil’  düzeyine ulaşabileceğini savunurdu (‘nirvana’ fikri ile benzeşir). Düşünceleriyle Yûnus Emre’yi, Mevlânâ’yı ve Ömer Hayyâm’ı büyük ölçüde etkilemiştir. Ama ne yazık ki islamın aydınlık yüzü demek olan ve düşünsel kökleri hiç tartışmasız Uzakdoğu inanç ve felsefelerine uzanan böylesine aydınlık ve ilerici insanların çoğu zulme uğramıştır. Dinsel metinlerde böylesi fikirlere rastlanmaz, aksine bunlar şirk ve inkâr kabul edilir. Nitekim cezalandıranlar ya şeriat mahkemeleri, ya da şer’î hükümlere göre karar veren emirler, halifeler, şeyh’ül islamlar (kısacası ulemâ)dır. Bugün de islam tasavvufu, kökleri kurutularak neredeyse yok edilmiş olmasına rağmen, skolastik islamcılar tarafından hâlâ şüphe ile karşılanır, dinsel söylemlerde kendilerinden pek sözedilmez, adetâ yoksayılır. Zira çok iyi bilinmektedir ki aydınlanma kapısı bir kez aralandı mı artık o cazibeye karşı konulamaz; onun ışığına yüzyılların kiri-tozu kâretmez; sonunda şeriatçı, gerici-ortodoks dinselliğin de tozu atılır. Bugün de islam adına din öğretimi yapılan okullarda ve yüksekokullarda tasavvuf ya hiç öğretilmez, ya da tamamen çarpıtılarak ve üstünkörü anlatılır.

Dilerseniz şimdi biraz Mevlânâ’ya kulak verelim:

Hep odur var olan da, yok olan da.
Odur kaynağı acının da, kıvancın da.
Yok görecek göz sende, olsa görürdün;
Yalnız o var baştan aşağı senin varlığında.

Mevlânâ acaba boşuna mı  “Ey tanrıyı arayan, aradığın sensin” demiştir…  Siz ne dersiniz?

Dinci şeriatın kadını ikinci plana itmesine karşı, o büyük insanın kadınlarımızla ilgili sözleri hayret edilecek kadar çağdaş olup, bugünün tutucu dinsellerine de yüzyıllar öncesinden gelen bir mesaj olmalıdır. Bakınız;

“Sizler kadının kapanmasını istedikçe herkeste onu görme isteğini kamçılamış olursunuz. Bir erkek gibi, bir kadının da yüreği iyiyse, sen hangi yasağı uygulasan da o zaten iyilik yoluna gidecektir. Yüreği kötüyse, ne yaparsan yap, onu hiçbir şekilde etkileyemezsin.”

“Kıskançlık denen şeyi bilme. Cahillerdir kadından üstün olduklarını sananlar. Cahiller kabadır. Sevgi ve güleryüz nedir bilmezler. Bunlar hayvanî niteliklerdir. Ancak hayvanların erkekleri dişilerinden üstündür. Seven erkek ise kadına eşittir.”

Böyle bir konu, ancak bu kadar güzel, yalın ve yürekten açıklanabilirdi… Peki siz bütün bunların, kadını aşağı gören klasik-skolastik, tutucu dinsel yoruma ve şeriat ilkelerine uygun olduğunu söyleyebilir misiniz?

İşte onun ‘sürekli evrim’e ilişkin düşünceleri:

“Nasıl ki önce balçık iken, sonra maden, daha sonra da bitki olduysan; bitkiden hayvana, hayvandan insana döndüysen; o vakitler bu yolculuğun neresinde olduğunu bilmiyorsan; bundan sonra da gideceğin çok yol, uğrayacağın yüzlerce âlem var.

Yoldaki işaretleri izle ve ondan sapma. Sapar veya o işaretleri değiştirmeye kalkarsan (asıl o zaman) günahkâr olursun.”

Pek çok kez şu örnektekine benzer şeyler söylemiştir:

“Ne hristiyanım, ne yahudi; ne mecûsî, ne de müslüman.
Ne Doğulu, ne Batılı; ne karadan ne denizden.
Ne dünyadanım, ne ahretten; ne tamudan, ne cennetten.
Ne Havvâ’dan, ne Âdem’den; ne Aden’den, ne de Firdevs’ten.

(Aden, Âdem’in kovulduğu, yani geldiği Cennet; Firdevs ise, gidilecek  Cennet’in bağlık bahçelik olan zevku safâ yeridir.)

Ve ardından şu çok ünlü dizeleri söyler:
“Nişânım nişansız gerek, mekânım mekânsız gerek.
Ne ten gerek, ne cân gerek; ben Canân’ın cânıyım.”

Doğru anlaşılmasına yardımcı olmak amacıyla ekliyoruz. Burada söylenen şudur: Bir iz ya da kanıt aramam. Bana herhangi bir mekân veya yer de gerekmez. O yolda bedene de rûha da gerek yok. O da gerekmezdi ya, ben bu cânı (geçici olarak) Cânan’dan (tanrıdan) aldım.

Farklı yorumlayacak olan varsa buyursun…

Şu söylemi şeriatçı dinselleri çok kızdırmıştır:

“Ben onu her yerde aradım: Haç’ı ve hristiyanlığı çok inceledim, ama o çarmıhta değildi… Hindu tapınaklarında, antik devir pagodalarında da yoktu…  Kâbe’ye gittim, orada da değildi…  İbn-i Sinâ’ya sordum, o da bilemedi…   En sonunda yüreğime baktım; işte oradaydı…  Sadece orada, başka yerde değil…”

Devam edelim…

“Akıl ancak hakikatin gölgesidir.
Ve o gölge, günışığıyla yarışamaz.” (Burada sözedilen Şems’tir)

“İnsanın rûhunu seyretmek (temâşa) için (onunkinden) yükseğe çıkmalısınız.”

“Ey gönül!
Bu hilelerle dolu zindanda
Onu-bunu birbirinden ayırt edeceğine
Sana ıstırap veren bu cehalet kuyusundan ayrıl da,
Biraz dışarıda bekle.”

Burada zindan, akıl; ayırt eden, ego; cehalet kuyusu ise zihindir. Erdeme ve bilgeliğe ancak bunlardan kurtulmakla erişilebilecektir.

Bunlar Tao’nun, Budha’nın ve Zen’in de ortak söylemleridir. Ama kesinlikle şer’î dinselliğin değil. Çünkü onda kayıtsız-şartsız, şeksiz-şüphesiz itaat vardır.

Şems için yazdığı şiir ne güzeldir… Mealen ve biraz kısaltarak, ama o duyguyla aktarmaya çalışıyorum:

“Avluda birlikte otururken ne mutluyduk
İki ayrı sûret, sen ve ben.
Ama bir can gibiydik, kuşlar âb-ı hayat sunarken,
Sen ve ben.

Sen senlikten kurtulurdun, ben benlikten,
Vecd ile bir olurduk tek sözcük bile etmeden.
O sıra hem Irak’ta olurduk, hem de Horasan’da,
Aynı anda sen ve ben, birlikte ve buradayken.”

Ya buna ne buyurulur? Veya evrim’i, tekâmül’ü yoksayan asıl o inkârcılar ne buyururlar ki?

“Tıpkı çimenler gibi defalarca büyüdüm
Yediyüz yetmiş kalıba girdim.
Daha önce madendim, öldüm bitki oldum,
Öldüm, bu kez hayvan oldum.
O halde neden ölümden korkayım.
Gelecek sefer öldüğümde,
Kanatlarım, tüylerim olacak
tıpkı melekler gibi…
Sonra daha da yükseklere uzanıp meleklerden,
Hayâl dahi edilemeyen bir şey olacağım.”

Bu fikirler, daha ilk sözcüğünden son sözcüğüne kadar tümüyle ve temelinden şeriata aykırıdır.

Rûmî’nin şu söylemini, dilediğiniz bir Zen metninin içine koyunuz; aslâ aykırı durmadığını göreceksiniz:

“Ten, gerçekte ışıltılı olan can aynasının tozudur.
İçimizdeki güzellik görünmüyorsa, nedeni bu toz ve kirdir.”

Buradaki ten, hem vücut, yani beden hem de dışsallık anlamındadır. Can ise basit anlamda ruh ve hayâtiyet, sufî literatüründeki daha derin anlamıyla ise, insanda ancak cüzz’ü bulunan,  ‘varlığın özü’  yerine kullanılır. Kimi zaman da  ‘gönül’  yerine kullanıldığına rastlanmaktadır. Zaten tasavvufta tanrı, sevgi olduğundan  ‘Cânan’,  ‘Cân-bahş’  sözcükleri de tanrı yerine kullanılabilmektedir.

Mevlânâ’ya bir kez daha, bir başka şiiriyle kulak verelim:

“Ey hacca gidenler, nereye böyle?
Tez geri dönün o çöllerden, bu yöne.
Aradığınız sevgili burada, hem de bitişik komşunuz;
Durun eğer gördünüzse sûretsiz sûretini onun,
O zaman hacı da sizsiniz, Kâbe de; ev sahibi de siz.”

Mevlânâ’yı doğru anlamaktan sözediyorduk. Bütün bunlar üstâdın istense de yanlış anlaşılamayacak olan özlü sözleridir. Ama birileri bütün bunların varlığından ve dile getirilmelerinden öylesine korkmaktadırlar ki…

Bakınız,  islam kültürü  ile yetişmiş bir düşünür olup, kendisi de  uzun yıllar şeriatın ve onun temsilcilerinin yakın takip ve suçlamalarından kurtulamamış olan Gazâlî ne diyor:  “Bir çocuk, bir yetişkinin bilgileri hakkında fikir sahibi değildir. Sıradan bir yetişkin, okumuş kişinin bilgisini anlayamaz. Aynı şekilde okumuş ama gelişmemiş kişi de âriflerin veya sûfîlerin deneyimlerini anlamaktan âcizdir.”

Tarihsel kökenleri çok daha eskilere gitmekle birlikte, islam kültürü ve düşüncesi içindeki sûfîliğin, daha başından batınî bir topluluk olarak geliştiği ve kendilerine ilk kez 620-623 yıllarında  ‘ashâb-ı suffe’  adının verildiği söylenmektedir.

Sûfîlere göre hayat denizlerde başlamıştır ve insanın evrimi devam etmektedir, edecektir. Skolastik dindarların yadırgadığı bu düşünceler, uzun yıllar sonra Darwin ve diğer evrimciler tarafından benimsenmiştir.

Lütfen dikkat ediniz. Birleşmiş Milletler’in kabul ve ilan ettiği bir Mevlânâ Yılı  geldi geçti. Başta ABD olmak üzere pek çok yerde de kutlandı. Zaten büyük üstâdı orada bizden daha iyi tanıyor ve tanıtıyorlar. Nedeni daha doğru anlamış olmalarıdır. Ama bakınız, yine tarihi bir fırsatı kaçırdık. Çünkü maalesef en cılız, yetersiz ve Mevlânâ gerçeğini, onun evrenselliğini anlamakta da anlatmakta da yetersiz olan etkinlikler, o büyük zâtın yaşamının en verimli yıllarını geçirdiği yer olan ülkemizde yapılanlardır. Kendi değerlerimize sahip çıkamıyor, tanıtamıyor, onlarla öğünemiyoruz . Üstelik bir de çarpıtıyoruz. Nedeni, skolastik dinciliğe ve onun yapay, aşırı kuralcı ve statükocu şeriatına böylesine meftun ve bilmeden medyun olmamızdır. Mevlânâ’yı bilemediğimiz içindir ki Şems bize  ‘anarşist ruhlu’  gözüküyor. Oysa ki birbirlerini  ‘bütünleyen’  bu iki şahika birlikte değerlendirildiklerinde ikisinin de  ‘başkaldırı’  insanı oldukları gerçeğiyle yüzyüze geliyoruz.

Başkaldırı bilinçli bir eylemliliktir; sahte benliğin içimizdeki cevheri bastırmasına, karartmasına karşı koyma hâlidir. Yaşama coşkusunun, cahilliğe ve idraksizliğe isyanın ürünüdür. Ama özünde yıkıcı değil, yapıcıdır. Dünyayı ve evreni doğru yorumlama ve değiştirme çabasıdır. O nedenledir ki biat kültürüyle yetişen ve onunla yetinen skolastik dinciler, evrensel yaşamı bütünüyle ve olanca nedenselliğiyle görüp değerlendirebilme yeteneği dumura uğratılıp basmakalıp ve tekdüze hâle getirilerek şekilciliğe boğulmuş sözde izdeşler, Mevlânâ’yı da Şems’i de anlayamazlar. Zihinsel sıkletleri de, algılama kapasiteleri de, çözümleme yetenekleri de buna yetmez.

Ama gerçek dindarlar anlarlar…

Biz şöyle diyorduk; madde nasıl sadece görülebilir-hissedilebilir olan maddeden yapılmamışsa, ruhun yapıtaşında da ruhtan başka şeyler gizlidir…  Çünkü her oluşum bünyesinde daha alt düzeydeki enerji oluşumlarından bileşenler barındırdığı gibi, daha üst düzey oluşumların ve varoluş unsurlarının da geliştirilebilme potansiyelini taşır (bu konu ‘İnsanın Dört Boyutu’  başlıklı yazımızda ayrıntılarıyla anlatılmıştır. Bkz: DerKi, sayı  33).  Böyle olduğu içindir ki Mevlânâ’nın söyledikleriyle geçmişte Darwin’in, bugün ise bütün büyük kuantumcuların, örneğin Fred Alan Wolf’ün kuramları uyuşabilmektedir. Ve yine böyle olduğu içindir ki, Rûmî’nin söylemiyle,  “Önce taş, toprak, bitki; sonra hayvan ve derken insan olunur. Daha sonra da (eğer başarılabilirse) tekâmül edilerek, meleklerden de üstün başka bir varlığa dönüşülebilir”. Kuantum’un, kadim bilgeleri doğruladığı esas nokta,  ‘hep burada varolduğumuz’, ya da Budha’nın ikibin beşyüz yıl önce dediği gibi, zamanda  ‘sadece ad ve biçim değiştirdiğimiz’ gerçeğidir. Bütün bunlar zaten sürekli yenilenmeler ve bu amaç için yeniden doğumlar olmaksızın gerçekleşemez. Reenkarnasyonun temelinde geçmişe, şimdiye ve geleceğe saygı vardır; varolan her şeye duyulan şefkat vardır. Bunlarla birlikte, doğal olarak her şeyin ve herkesin gelişebilme ve tekâmül yeteneğine, ondaki bu potansiyele inanç vardır ki, bu da şefkatin yanında merhametin de kaynağıdır. Sûfîlerin de,  gerçek kuantumcuların da sevgi dolu ve kucaklayıcı olmalarının nedeni budur.

Mevlânâ ne diyordu:  “Aslında daha yüksek sözler söylemek gerekir ama; o vakit bizim yolumuzu da, tarzımızı da bilmeyenlerin başları döner, akılları iyice karışır.”  Hallâc-ı Mansûr için de, bir soru üzerine şöyle söylediği rivayet olunur:  “Onu, açıklanmaması gerekenleri uluorta konuştuğu için astılar. Biz, bizdekileri âşikâr etsek, Hallâc bizi asardı…

Kısaca toparlamak gerekirse;

Mevlânâ bir  dinbilgini  ya da sıradan bir dinbilimci değildir. Büyüklüğü ve değeri de oradan gelmez. Zaten öyle olsaydı evrensel olamazdı. Doğal olarak içinden yetiştiği kültüre daha fazla yabancılaşmasını beklemek haksızlık olurdu, ama eserlerine bakınız; bugün din okullarında okutulan fıkıh, akâid, kelâm, hadis… gibi konuların onun felsefesinde, özellikle de Şems’ten sonra, ne kadar az yer tutmuş olduğunu kolayca göreceksiniz. Çünkü onun derdi ne dinin katı kuralları, ne de dinsel şekilcilik olmayıp, öncelikli olarak insan ve onun nasıl yüceltileceği idi. Bugün de skolastik din okullarında hiçbir kitabı okutulmaz, hattâ üzerinde derinliğine tartışılmaz bile. İslam enstitüleriyle ilahiyat fakültelerinde sürekli olarak tasavvufun anlaşılması güç, bol miktarda mecaz ve alegori kullandığı için iman ve itikat bakımından da oldukça riskli, hattâ ‘sakıncalı’ olduğu öğretilir.

Yani Rûmî  hiçbir zaman için bir islam din âlimi (!) değildir, öyle kabul edilmez ve kendisinin de öyle bir amacı olmamıştır. Zaten o gün, hem bir şeriatçı hem de ‘gönül ehli’ olabilmek mümkün değildi; bugün de değildir; hiçbir zaman da mümkün olmayacaktır… Farklı din ve inançlara sahip olanların ona bu derece yakınlık, hattâ hayranlık duyabilmeleri, onu benimsemiş ve onda kendilerinden bir şeyler bulabilmiş olmaları bu yüzdendir.

Mevlânâ bir bakıma sûfî düşüncesinin, şeriatın dar kalıplarından tekâmüle, tutuculuktan özgürlüğe, katılıktan hoşgörüye, şekilcilikten sevgi ve bilgeliğe taşındığı zirvelerindendir. Ama nedense birileri onu hep bir islam düşünürü gibi göstermeye çalışmakta, böylelikle de gerçek büyüklüğünü göz ardı ederek onu ısrarla dinin dar kalıplarına sokmaya çalışmaktadır. O zaman ise bilerek veya bilmeyerek onun evrensel felsefesi gözlerden uzak tutulmuş olmaktadır.

Her düşünce adamını kendi gününün, yaşadığı dönemin ve ortamın koşulları içerisinde değerlendirmek gerekir. Bu yapılabilirse Rûmî’nin gerçek değeri ve mücadelesi daha doğru anlaşılabilecektir.

İşin ilginç yanı, tasavvuf ehlinin, tasavvufun daima varolduğunu ama çok farklı biçimlerde uygulandığını söylemeleridir. Bir de şunu derler:  ‘Tasavvuf, biçimsel ve görünürdeki dinden, şekilci dinsellikten çok daha derindir. Hattâ gerçek dindarlık, tasavvuf olmaksızın anlaşılamaz’.  İşte belki de bunun içindir ki  ‘bilenle bilmeyen bir olmaz’.

Bir başka gün de Yûnus’tan söz ederiz. Şu sözleri yazıya döken o Koca Yûnus’tan:

“Oruç, namaz, zekât, hacc  cürm ü cinâyettir;
Fakir bundan âzaddır, hass-ı heves içinde.”

Zihnimizin koşullanmasına ve bilincimizin karartılmasına karşı koyacak güce, bilinenleri doğru yorumlayabilecek şuurlu inanca erişebilmemiz umuduyla…

A. Kerim Soley