Burada yazacaklarım size bağlantısız gelebilir. Aslında Hans’ın “Rahle-i tedrisinden” geçenler, ona âşina olanlar bilecekler, tam da konu dışı değil anlatacaklarım. Öbür taraftan, Hans’ı tanımak bakımından da önemli. Çünkü bu garip nostalji içinde Hans’ın çok önemli birkaç yönünü de tanımış oluyoruz.

Her zamanki gibi olağanüstü ve alabildiğine uçuk bir Hans var ortada yine ve burada anlatacaklarım hiç de bildik türden nostaljik takılma değil. Gerçekten de garip nostaljiler bunlar. İçeriği bir garip, tadı bir garip. Her şeyi ile alışılmadık sayıklamalar! Bu sayıklamaları ya da anmaları ilginç kılan şey, çok geniş bir zaman sakalasına yayılmış olmaları. Zülkarneynli zamanlardan başlayıp Adler’li zamanlara uğrayıp oradan da gelecekteki Mehdî’ye uzanıyor. Bu adamın ya zaman algısı bozuk ya da bize umulmadık şeylerin tiyosunu veriyor. Acaba bunları hatırlıyor mu yoksa bir takım çıkarımlar yaparak mı söylüyor, bunu da anlamış değilim. Ama harika bir “bilim kurgu” görüntüsü içinde Hans bu nostaljileri yaparken de şoklamaya devam ediyor.

Örneğin, Kur’andaki çift zamanlı anlamındaki çift boynuzludan yani Zülkarneyn’den söz ediyor. Zülkarneyn’in batıda Missisippi deltasına gittiğini, orada Kızılderililerle karşılaştığını ve ona ilk inanıp uyanın ise, Kuzey Amerika Algonkina’larının bir kolu olan Athabaskan göçmenlerinin şefi Tennessee olduğunu söylüyor.

 

Sanırım bunun kişisel zaman gezmenliği ile ilgisi yok; o bunları, nasıl Kur’an okumaksa, Kureyş Suresi’nden çıkarıyor! Söylediğine bakılırsa, çıkarımlarını “Cifirle” yapıyor. Daha doğrusu Kur’anı bizim gibi sağdan sola ya da soldan sağa okumuyor. Cifir yüzünden yukarıdan aşağı ve çapraz okumaları da var. Bu yüzden Kur’an, onda ahlâk merkezli bir “vahiy” olmaktan çıkıp, her şeyin bilgisini içeren bir şifre kitabı oluyor!

Yine Zülkarneyn’le bağlantılı olarak, Kureyş’le ilgili açıklaması da ilginç; Missisipi deltasındaki çamura bulanmış Zülkarneyn, Tarık‘ının indiği yere “Kurayş” adını vermiş!

Missisipi, Tennessee, Kurays, Grace… Hans’ın garip nostaljilerinin temel konu ve kavramları bunlar.

Missisipi Kuzey Amerika’da bir nehir ve bu nehrin denize döküldüğü  bir yer, geniş bir delta. Kur’an’daki Zülkarneyn buraya gidiyor. Uçandairesi bu geniş deltada bir yere iniyor ve çamura bulanıyor. Çamura bulandığı için de konduğu yere Kurayş diyor. Hans ise, buraya “Graceland” yani “inayet ülkesi” diyor. Böylece Kureyş, Kurays, Grace birleşip aynı şey oluyor. Araya bir de kıtaların ayrışmasını ve kutupların kaymasını koyduk mu, Allah’ını seven tutmasın Hans’ı!

Bir yerde öyle bir çözülüyor ki, gerçekten de pek tutulacak gibi, ele avuca gelecek gibi değil: “Herşey şöyle başlamıştı, hatırlıyor musunuz? Kureyş gitti Amerika’ya, Tennesse gecelerinde bir Wals çınlıyordu ve Mississippi’yi uğurluyordu. Missisppi ise Graceland’a kavuşuyordu. Kureyş-ülkesine… Böyle başlamıştı… Mississippi deltasında Kureyş-land. Bilen bilir!” diyor.

Bu sözleri okuduktan sonra, eğer rahat etmek istiyorsanız “Yemiş kafayı!” deyin geçin! Ama ben öyle düşünmüyorum. Bana sanki, Dünya’da üç beş kişinin anlamlandırabileceği bir şey söylüyor gibi geliyor! O yüzden de “Eş mânâ fî batnişşair!” demek kesmiyor beni. Onun için Hans’tan bu söylediklerini anlayabileceğimiz türden açıklamasını istiyorum. Milleti huylandırıp huylandırıp yüz üstü bırakması doğru değil. Dilinin altında iri bir bakla olduğunu seziyorum. Öyle ise, açıklasın. Açıklasın da rahat edelim.

Benim bu bölümde anlatacaklarımın da yukarıda söylenenleri tam olarak anlamaya yeteceğini sanmıyorum. Dilerim uygun bir giriş olur ve Hans’ın yapacağı açıklamaya bir zemin oluşturabilir.

Anahtar sözcükler; Missisipi, Tennessee, Kurayş, Kureyş ve Grace.

Bir çetleşmesinde kutsadığı Missisipi deltasındaki Kureyş’ten yani “Graceland”dan söz ediyor ve şöyle diyor: Ben boşuna mı, bir şiir yazmışçasına Missisipi ve Tennessee’den söz etmiştim?” diyor. Sanırım yukarıda alıntıladığım paragrafı kastediyor. Sonra çok başka bir konudan söz eder gibi başlıyor anlatmaya. Hanif grubun da arada gelecekten bir şeyler aparıp bu zamandaki Dünya’ya sokuşturduğunu söylüyor.

Örneğin, Batılı Hanif bilimadamları grubunun 1974’lerde zamanda ileri gitme deneyi yaptığını ve bunu İtalyanların bir cep Fotoromanında yayınladığını söylüyor. “Sanırım 490’lı sayılardan biriydi. Bunların Türkçesi de var. Orada oyuncu Michaela Roc adlı bir aktrist idi. Konu Einstein’in izafiyet kuramının Dhurakhapalam ile sınanmasıydı. Üstelik zamanda yolculuğu yaptıran da Gurdjieff’ti” diyor.” O yıl Paul Kamensberg deneyi yapılmış ve bu ünlü isim iki yıl ileri götürülmüştü. Bu deney senaryolaştırılmış ve o cep fotoromanları serisinde “Seni Sevmek Kaderim” adıyla yayınlanmıştı.” diyor.

Hans bütün bunları anlattıktan sonra sözü tekrar “Graceland”a getiriyor. Bu kere Graceland’dan bir şarkı sözü olarak söz ediyor. “Graceland’in sözlerini Paul Simon’a bir genç zenci bayan vermişti. Müzik Paul Simon’dan, söz ise, meçhul bir hanımdandı” diyor. Sonra  Graceland adlı müzik parçasının sözlerini veriyor:

GRACELAND
(İNAYET YERİ – İNAYET ÜLKESİ)

Mississipi Deltası parlıyordu

Millî gitar gibi

Nehri takip ediyorum

Otobandan aşağı

İç savaşın beşiğinden doğru

Graceland’e gidiyorum,

Graceland Tennessee

Memphis’deki
Graceland’e gidiyorum

Yoksul çocuklar ve hacılar aileleriyle

Ve biz Graceland’e gidiyoruz

Benimle yolculuk eden arkadaşım dokuz yaşında

Benim ilk evliligimden çocuğum

Fakat inanmak için nedenim var

Biz hepimiz kabul edilecegiz Graceland’e

O gittiğini söylemek için geri geliyor

Sanki ben bunu bilmiyormuşum gibi

Sanki ben kendi yatağımı bilmiyormuşum gibi

Sanki ben hiç farketmemişim gibi,

Saçlarını alnından doğru tarayışını

Ve o aşkı kaybediyor olduğunu söyledi

Kalbindeki bir pencere gibi

Herkes senin bir tarafa uçtuğunu görüyor

Herkes rüzgarın uçtuğunu görüyor

Graceland’e gidiyorum

Memphis Tennessee

Graceland’e gidiyorum

Yoksul çocuklar ve hacılar aileleriyle

Ve biz Graceland’e gidiyoruz

Ve yolculuk arkadaslarım

Hayaletler ve boş yuvalar

Hayaletlere ve boşlara bakıyorum

Fakat inanmak için nedenim var

Biz hepimiz kabul edileceğiz

Graceland’e
New York şehrinde bir kız var

Kendine insan trambolini diyor

Ve bazen ben düşerken, uçarken

Veya kargaşa içindeyken diyorum ki

Oh, işte bu onun demek istediği

O bizim Graceland’e zıpladığımızı kastediyor

Ve aşkı kaybedişi görüyorum

Kalbindeki bir pencere gibi

Herkes senin bir tarafa uçtuğunu görüyor

Herkes rüzgarın uçtuğunu görüyor

Graceland’e, Graceland’e

Graceland’e gidiyorum

Açıklayamayacağım nedenlerden ötürü

Benim bir parçam görmek istiyor

Graceland’i
Ve ben belki savunmaya zorunlu tutulurum

Her aşkı, her sonu

Veya belki hiç zorunluluk yoktur şimdi

Belki inanmak için nedenim vardır

Hepimiz kabul edileceğiz

Graceland’e

Hans o garip nostaljileri içinde bir de böyle bir şarkıdan söz ediyor ve bu şarkının sözlerinin  bir zenci kadından alınıp bestelenmediğini, şarkının aslının gelecekten geldiğini söylüyor! Paul Simon sadece gezdi ve derledi. Yani hazır bir melodinin (anonim gibi) üzerine yorum attı” diyor.

Başka bir çetleşmesinde de asıl Graceland’in Allahlaw yani Şi’radaki Walhalla olduğunu, asıl Kâbe’nin de buraya kaldırılmış olduğunu söylüyor. Allah’ın yardımı (Grace) geldiğinde, Valhalla’nın her iki taraf için de kullanılır bir Uzaysal başkent olacağını söylüyor.

Öbür taraftan belli ki, onda Graceland müzik olarak, Yahudilerin “Exodus”  yani “Çıkış” ilahisine karşılık.  Geleceğin Siyonistleri (Bu Dünya benim! Yahova bu Dünya’yı bana verdi)  “This world is mine, Jahow give this planet to me” diyorlar.  Bu şarkının adı “Exodus”tur. Yani çıkış. Bu “Geçmişte” vaadedilmis topraktır. Gelecekte ise,  MİLLİ MARŞ gibi olacak ve benim verdiğim text ile yazılacaktır emin olunuz” diyor.

Hans bu! Kavramlar ve bağlantılar yıldırım hızı ile akıyor zihninde. Onun kafası böyle işliyor ve bu yüzden de izlemeyi güçleşiyor. Zülkarneyn’den, Teenneese’den, Atabaşkan7dan söz ediyor ve sonra bir de bakıyorsunuz, müzikten söz etmeğe başlıyor. “İnayet Ülkesi” adında bir şarkının sözlerini veriyor. ediyor. sanırım müzikten söz ediyormuş gibi yapıyor ama asıl yaptığı şey kafasının içinde zamanla oynamak ve zamana ilişkin nostaljilerini canlandırmak!

Zamanında şarkı sözü yazıp az bir paraya satıyordum. O zamanlar Ertan Anapa vb. vardı. Turgut Dalar orkestrasındaydım, Erol Büyükburç orkestrasında. Adımı göstermemek için güfteleri satardım. Kim satın alırsa onun adı yazardı. “Benim gönlüm sende” ise, tek bestem, bu bestesiyle birlikte ilk yaptığımdı. Birinin de sadece müziğini yapmıştım. Sözleri şöyle:

Kanım Kaynadı Sana

Bilmem ki neden

İçimde bir ateş

Yanar derinden

Dünyaları verirdim

Gelse elimden

İşte seni seviyorum

Anla hâlimden

Bu tahminen 20 yıl önceki bir bestem (Sözler benim değil), 1200 liraya satmıştım. Bu şarkıyı bilen var mı? Ve şimdi bu şarkıyı yine bir bayan söylüyor; Shakira… Aynı şarkı… Biraz pop ekleyip, hafif hızlandırılmış, fark bu. “Kanım kaynadı sana” yı söylüyor. Hiç dikkat ettiniz mi? En popüler parçası. Şimdi o şarkıyı bulun, Shakira’nın devrini düşürün, Karşınıza “Kanım kaynadı sana” tastamam çıkacak.

Bazı şeyler paranormaldir. Sizin bir çok müzik eseriniz. gelecekte klasik olacak.

Şimdi bu ipucuyla yola çıkalım. Ve soralım, ne demek istedim acaba? Bir çok eser, kimi meselâ 20 yıl, 50 yıl sonra bestelenecek. Bunu kim bilebilir? Ben dinledim diyebilir misiniz? Daha bestelenmemiş ki? Ama 50 yıl sonra bestelenecek bir eseri 150 yıl sonra bilen bilir değil mi? Bizim bilmediğimizi bilirler yani… Onlardan biri zamanda geri gelirse ve o şarkıyı da iyi biliyorsa, bestelenmeden önce de besteleyebilir, doğru mu? Ve olan besteciye olur. Saçını başını yolar, “Yahu bu benim düşündüğüm melodiydi” diyerek…

“Graceland”i Simon bestelemedi. “Dancing Queen” de Abba’nın değildi. “Take My Breath Away” de Berlin’in değildi. O zamanlar telif diye bir şey yoktu. “Gazoz ya da köfte porsiyonuna” beste gidiyordu. Hatırlayın. “Tennessee Waltz”, “Tennessee Nights”. Bunlardan bir ara söz etmiştik. “Danseden Kraliçe” çok tarihi biridir. Saba Melikesi Belkıs, Salome, İsveç Kraliçesi Christina… Ve asıl bestenin yapıldığı zaman dilimi, Mehdî’nin Annesi Adaleid. Meryem de bir “Danseden Kraliçe”ydi. Bu çok özel bir sınıftır. Jana onlardan olmadığı için çatlıyor Hasetten…

Bazı şeyler asla unutulmaz. Fried Astair’in filmlerindeki step dansları gibi. O Hollywood müzikallerini bilirsiniz. Zebur içinde Kudüs’ün kızları dans ederler, ellerinde şestra denen tefleriyle… Ve Hurilerin tamamı bu bakımdan sanatçıdır. Bunlar kitapta yer alır ama ya yazmaya dilleri varmıyor ya da hiç anlayamıyorlar. DANS eden dansçılardan söz eden Rabb’imizdir. Bunu kendi zatı için söylemiyor elbette, kulları açısından belirtiyor. Ve Zebur Davud’a indirilmiş bir ilahî şiirdir, Zebur bir güfte kitabıdır. Bilen bilir. Bilmeyen de şimdi şaşırsın!

Havanagilla bile İspanyol (seferid) tarzda bir Zebur şarkısıdır. Bizim Mevlana gibi… “Kaşlar kara gözler kara, ak gerdandaki benler kara…” derken aslında biz bir ilahi üzerine yazılmış yeni bir şarkıyı kullanıyoruz. Naat-ı Mevlana’nın müziği üzerine yazılı bir oyun havasıdır Mevlânâ diye bilinir, “Mevlânâ çalsana!” denir…

Nereden nereye? Gülistan Okan’dan Shakira’ya tarih tekerrür ediyor. Kureyşland (Graceland) şarkı oluyor ve 300 yıl geriye geliyor.”

Böyle diyor Hans. Sonra yukarıda sözünü ettiğim anahtar sözcüklere – Misisipi, Tennessee, Kurays, Kureyş ve Grace sözcüklerine – yine müzik açısından yaklaşıyor. Bir çetleşmesinde, Demek ki, milatyum gereği, Kıyamet virüsü falan diye artık, bizim Tennessee de (Stephen Hawking) konuşmaya başladı. O benim Tennessee’den arkadaşımdır. İkimiz de Missisippi çocuklarıyızdır. Onun en çok sevdiği şarkı Tennessee Nights, benimki de Tennessee Waltz.” diyor.

“Tennessee Nights (aslı 10SCE Knights) ve Tennessee Waltz (Asli 10SCE Walhalla TZ). Z daima Zone’dur, T de daima Time’dir. Benim şarkımı Audrey Landers söylüyor…

·        I was dancin’ with my darlin’ to the Tennessee Waltz

·         When an old friend I happened to see

·         I introduced her to my loved one

·         And while they were dancin’

·         My friend stole my sweetheart from me

·         I remember the night and the Tennessee Waltz

·         Now I know just how much I have lost

·         Yes, I lost my little darlin’ the night they were playing

·         The beautiful Tennessee Waltz.

·         I was dancin’ with my darlin’ to the Tennessee Waltz

·         When an old friend I happened to see

·         I introduced her to my loved one

·         And while they were dancin’

·         My friend stole my sweetheart from me.

·         I remember the night and the Tennessee Waltz

·         Now I know just how much I have lost

·         Yes, I lost my little darlin’ the night they were playing

·         The beautiful Tennessee Waltz

·         The beautiful Tennessee Waltz

Hans, bundan sonra “Tennessee nights” adlı şarkının sözlerine geçiyor. Ama geçmeden önce de şu açıklamayı yapıyor: “Sweet Heart yani, Mrs.CP. Miss CCP’ninki ise, Tennessee Nights. O şarkı da bendenizin efendim” diyor. Anlaşılır Türkçe ile, “Jana da Hawking gibi “Tennessee Nights“ı sever” diyor. Sonra şarkının sözlerini şöyle veriyor:

·         Your dream can never earn

·         Enough

·         Ultimate nihilistic love

·         Tennessee nights just zip code

·         Love

·         Always believe the comfort of

·         Strangers

·         Tennessee eyes graffiti once blue

·         Media sells a trace of hate

·         Our epitaph reads like your sin

·         Subvert, destroy, beat derelict

·         Tennessee nights just zip code

·         Love

·         Commanche becomes as maggot

·         Tennessee eyes orange once blue

·         Media sells a trace of hate

·         His pain forgets her agony

·         His heart p*m*r*c

·         His heart p*m*r*c

·         The white man is disease

·         His heart p*m*r*c

Zip Code, benim. Sözleri size tuhaf gelmedi mi “Benim Şarkının”? Tennessee (K)nights. Görüyorsunuz değil mi, şarkılar bile sırlar ile dolu. Anlaşılmamak için bestelenmiş sanki “Bazıları”… ve en tuhafi “gelecekte bestelenip”, “geçmişe getirilmesi”. 1N=WANEN gibi, Walhalla gibi. Benim anons ettiğim şarkılar “Feed Back”ler. Nasıl olsa Millenium (Ben Milatium diyorum) için sır kapıları açıldı. Ben de artık iyiden iyiye yazıyorum HA-VET’leri. İki şarkı ise, henüz getirilmedi. Yani gelecekten getirilmedi demek istedim” diyor.

Çok kafa karıştırıcı şeyler bunlar ama birilerinin de artık bunlara bir yerinden giriş yapması gerekiyor gibi…

Üstelik Hans’ın şarkılara yönelik nostaljisi bu anlattıklarımla bitmiyor. Sırada bir de “Take my Breath away” var. “Bu şarkı, acaba bir zaman yolcusunun ardından söylenen bir ilahi olmasın?” diyor.

Sonra “Dans eden Kraliçe”ye getiriyor sözü.

“Dans Eden Kraliçe”  ya da  Gelecekteki Mehdî’li  Günler!

Hans, “Bir şarkı var ki, “Graceland” gibi çok önemli” diyor. “Agnes, Björn bestesi. Onlara Abba da deniyor. 2050 müziği tarzı o işte: “Danseden Kraliçe”…

“You were the Dancing queen”…

O şimdiki İsveç Kraliçesi değil aslında…

İleride öyle bir sistem olusturulacaktır ki… Düşünün bir… Cumhurbaşkanı var… Bir de başbakan… Yetkileri belli ayrıklıkları belli… Ya da bir kentte vali var, ayrıca bir de  belediye başkanı var… Şimdi şöyle bir düşünün: Cumhurbaşkanı,  kraliçe; başbakan da onun kocası ya da partneri… Vali, Kraliçe; Belediye Başkanı, onun eşi… Bu ikili bir liyakattir. Evet böyle bir sistem sizi rahatsız eder mi?

Meselâ: Sayın Cumhurbaşkanımızın eşi kraliçe, kendileri de başbakan… Ya da bir kentin valisi, kent kraliçesi anlamında Fürstin, eşi / ortağı ise, kentin belediye başkanı. Hangisi mayor işini daha iyi biliyorsa o Burgermeister ya da meisterin olur. Biri vali (12’li düzenin valisi), diğeri ise, o kentin Belediye Başkanı.

O günlerde Hansa; Kendine yeterli kent devleti, site devleti demektir. Makropol kentlerde onlara Herzog da deniyor olabilir…

Böyle bir sistem ilk kez yürürlüğe konsa sonra da bu çift kalkıp bir dansetselerdi, bu şarkıya ben “Dancing Queen” derdim. Yani neden Dancing King (Danseden kral) değil de kraliçe? Çünkü bu sistemin ilkini haber veren bir dans. Meselâ Tansu Çiller ile (elbette eşi değil) partneri olan, diyelim ki, Sayın Sezer ikilisi aynı köşkte, biri protokol-formalite ve veto vb. işleriyle, diğeri de protokolden tam arındırılmış salt devlet işleriyle uğraşıyor.

Halbuki bu sistemde iki taraf da protokol ve merasim-seramoniyle ilgileniyor… Köşkte kokteyl var. Yarın da Anitkabir’e gidilecek, Cumhurbaşkanı dönüşünde karşılanacak (İmza Çiller). Bu başbakan iş yapabilir mi?

   Siz dans edebilirsiniz, jive yapabilirsiniz

   Hayatınızın zamanını alarak

   Bakınız o kıza bakın, sahneyi izleyin

   Cuma gecesi ve ışıklar dinlenmiş

   Bir yere bakıyor gitmek için

   Hem Doğru müziğin çalındığı yere

   Ritme uyuyor

   Kralı aramak için geldiniz

   Herhangi biri o olabilir

   Gece genç ve müzik yüksek

   Doğru müziği duyduğunuzda

   Herşey iyi olur

   Dans için havaya girdiniz

   Ve sanki yakaladığınızda

   Siz danseden kraliçesiniz

   Genç ve tatlı, sadece onyedi (yaşında)

   Danseden kraliçe

   Tambourine’den gelen ritmi hisset

   Siz şakacısınız, cilvelisiniz siz onu sarhoş ediyorsunuz

   Onları ateş içinde bırakıyor ve gidiyorsunuz

   Başka birini arıyorsunuz

   Herkes yapabilir

   Dans için havaya girdiniz.

Gerçekten herkes yapabilir. Herkes kraliçe olabilir. Ya da partneri. Kraliçe’nin evlendiği kişi kral olabilir ya da tersi. Ama bu kan, soyluluk asalet vb. değil, royality değil.

Bu şarkı da Joyce gibi, Graceland gibi mesaj dolu…

Jıve? Çok basit bir örnek… Klasik çağda bir hamburgerciyi çok yaşlı müdürler yönetirdi. Mahkeme suratlı adamlar ya da yaşlı başlı ahçılar falan… Sonra “Çağımızın hızına” ya da Schnell İmbiss-Fast Food’a uygun olarak bu adamlar yavaş ve çağdışı kaldılar… Yeni müdürlerin yaşı 17 oldu… Halen de öyle… 19 yaşındaki müdüre “Yaşlı” deniyor fastfood dünyasında… Şöyle bir Burgercilere uğrayıp, müdürlerin-müdirelerin yaşlarını bir istatistik ediniz. Evet acaba bu genç müdürlerin yaşları niçin bu kadar küçük? Niçin bu kadar gençler? 15 yaşında bu işe giriyor iki yıl sonra yönetici, dört yıl sonra merkezde yönetici. Buna dikkat ettiniz mi? Artık çağımız lahmacunu ya da kebabı saatlerce bekleme çağı değil. Hızlı okuma kursları… Bilgisayarlardaki hızlılık yarışı… Danslar bile hızlı ve deli…

Aslında o kız ne kraliçe ne de dansettiği partneri bir kral… Pekiyi ne? Hem bir ülkeyi yönetiyorsunuz ve hem de soylu değilsiniz. Jive diye bir akademiden mezunsunuz. Top gençlerde… Üç yaşında bilgisayar eğitimi tamam… Bu arada sibernetik yüzünden okuma yazma aradan çıkmış. WEB yüzünden herşey cebinde. Tüm toplam insanlık bilgisi… bunları ezberlemek mümkün değil. Eskiden bir mühendis vardı. (Hendese, hesap uzmanından geliyordu). Şimdi meselâ bilgisayar mühendisi, tekstil mühendisi genetik mühendisi 130 dal var. Gelecekte ise, bu 13000 dal olursa, çocuklarınızı öyle hayat bilgisi, resim iş, beden eğitimi diye ağdalı ağdalı 11 yılda öyle liseden mezun edemezsiniz…Web; kitap kalkacak âyetinin tecellisi ve ta kendisidir… Bir anlamı da Kollektif bilinçaltı demektir. Ankebut (Örümcek ağı)  ne demek sanıyordunuz ya? Hem de ne çürük değil mi? Bir virüs bir disconnect, bir Güneş lekesi bir elektromanyetik fırtına bir Montauk desarji, al sana Web=Webb bitti…

Biz gelelim yine JIVE’ye…Bu bir genetik mucizesi değil… Koşullar sizi üç yaşından itibaren mühendis(liğin binlerce dalından birine) kanalize etmektedir. Biri diğerinin bildiğini ancak WEB ile bilebilmektedir. Yani ben eğer uzay tıbbını merak ediyorsam ve kendim sadece bir kıvamlı foto mühendisi isem, bunu gidip bir yerde ortak bir okulda okuyamıyorum. Çok hobby edindimse, WEB search ediyorum. Zaten taşıdığım identification card manyetiktir ve WEB de yüzlerce terabyte sanal HD’m var. Üstelik o sadece benimdir, kimse okuyamaz. Çünkü herkese bir (Özel parmak izi olduğu gibi), özel bir frekans var… O frekansın ucunda ise, holografik hafıza bazında Tera baytlarla ölçülen bir belleğimiz var.

Nerede o eski okullar… Şimdi herkesin bilgisayar entegrasyonu var… Öğretmen bile görselliği, çabuk öğrenimi yavaşlatan bir formalite. Hele hele kitap ne ki? Kitap bir nostaljidir… Nostalji takılan onu öyle okur… Ama tutup da Dünya’nın tüm kütüphaneleri dolusu kitapları bir iskambil kağıdındaki manyetik kart ile yanınızda taşıyorsanız farkı siz kıyaslayın. Kitap kalkmıştır artık (Kur’an öyle diyor zaten). Yerine Dünya kitaplığı gelmiştir.

O kitaplığın içinde plajda uzanıp okuduğunuz klasik kitap da var… Yani birkaç milyar kitap içinde sizin o sevdiğiniz kitap da var. Ben olsam, plajda kaskımı takarım. Kask deyip geçmeyin:

1. Yastık görevi yapıyor.

2. Gözleri güneşten koruyor.

3. Multimediadır. Müzik de dinleyebiliyorsunuz, üç boyutlu olarak mini TV yayınları video vb yanında uzaysal olarak sanal kıtabınızı da okuyabiliyorsunuz.

4. Kask güneşten kendi fotocell enerjisini üretebiliyor. Kask yelpaze gibi minimalize olarak katlanabiliyor.

Ama üzgünüm kask çamaşır yıkayamıyor. Ancak evinizdeki tüm otomotif araçlara emir veriyor (Zaten o kask bir PC ve bir Play Station aynı zamanda). O kask size beyin alfa vb. dalgaları üreterek sakınleştirebiliyor. Yani saymakla bitmez… Çünkü bir iskambil kartı kadar olan kişisel bilgisayarınızın devasa bir uydusu gibi o Kask… Gelecekte seçimler bu bireysel kartlarla yapılıyor: Memnun değilseniz haftalık seçim (Buna plebisit deniyor yani bir tür referandum) yapılıyor. Beğenmediğiniz idareci gidiyor.

Haftalık kral ve kraliçeler var demek istiyorum..

Jıve, dehalar akademisidir… Kanından dolayı değil, dehasından dolayı mezun olan (Üniversiteden mezuniyet yaşi 17’dir.) kanı nedeniyle değil yöneticiliği nedeniyle ve beşik kertmesi gibi genelde birbiriyle evli olabilecek çiftler değilse, puanca en uyumlu çiftler queen olur, King olur. Biri vali diğeri mayor olur. Yani seçilmişler rastgele seçilmişler değil.

Siyasî seçimler, çekirdekten yetişen teknokratların içinde en layık olan bir çiftin seçiminden ibarettir. Sizce bunda demokratik olarak bir terslik var mı? Yani en iyi uzmanı seçiyorsunuz hem de haftalık güvenoyu (plebisit ile) ile öyle dört yıl ense yapıp yatamıyorlar. İşleri de çok zor… Megakentleri birlikte yönetiyorlar. Devlet gelmiş beldelere oturmuş, öyle merkezi idare yok. Belde belde-belediye belediye kent devletleri var. Biri Turizm Hansa’sı, birisi Balıkçı Köyü Hansa’sı, örneğin biri Expensif Tarım Hansa’si, biri Doğa-Orman Hansa’sı… Orman köyleri gibi… Köy-site bir yana, asıl olan kent (Hansa yönetimi) her bir kenti (Kasabadan tutun da İzmir gibi makropolislere kadar) bir birimi bir devlet olarak benimsiyor.

Düşünün bir kenti… Örneğin Balıkesir kazalarını… Altınoluk, Vatikan zenginliğinde;  Edremit, Liechtenstein zenginliğinde, 6 km ötede Havran, San Marino zenginliğinde, ondan 9 km ötedeki Burhaniye, Monaco zenginliğinde… Ayvalık, Lüksemburg refahına eşit. Bilmem anlatabildim mi?

Tüketken değil üretken kent devletler (Hansa’lar). Kral ve Kraliçe yani 17-27 yaş arası veletler buna yarıyor… Herbiri de JIVE mezunu… Doguştan yönetici (Hani Alman mucizesi, Japon Mucizesi falan diyoruz ya). Kraliçe bu işte… İsterse dansetsin bana ne… Yeter ki millet için citizen (Site hemşehriliği)  için çalışsın. Yüksek maaş…Kendine güvenen genç benim kralım-kraliçem olsun gurur duyarım…”

Hans böyle anlatıyor. Onun anlattıklarından “Dans Eden Kraliçe”nin bir şarkı olmaktan çok, geleceğin Dünya’sından hem de geleceğin Mehdî’li Dünyası’ndan bu tarafa aktarılmış bir vizyon, bir görü olduğunu anlıyoruz. Bu anlattıklarının Kur’andan cifirle çıkarıldığını sanmıyorum.

Bir başka e-söyleşisinde Hans, “Danseden Kraliçe“yi merkez alarak şunları söylüyor:

Dancing Queen Mighty’nin annesi, tüm Valkyri (Amazingirlady’lerin) de dişi komutanı. Dünya kadın izci denetim (Weiblich Partei) başkanı. O ikinci bir Meryem’dir. Kur’an’da adı örtülü geçer (Hızır gibi isimsiz). O eteklerini topladı ve su izlenimi veren cam üzerinde yürüdü. Süleyman’a dansetti. Tarih tekerrürdür. Dancing Queen için de “Cyborg”dur dediler ama doğurdu Mighty’yi. Cyborg doğurur mu? Çocuklarımızı doğurtan Allah degil midir? Bu,  âyet değil midir?

İlk Danseden Kraliçe olan Seba Melikesi Belkıs’ın tarihi tekerrürüdür. Belkıs’a da iftira atmadılar mı? Niçin eteklerini topladı ve ayaklarını gösterdi? Çünkü onun keçi ayaklı ve seytanın kızı olduğunu iddia ettiler. Süleyman da buna inandı, ama ayakları normaldi.

Neml 44. Ona denildi: “Köşke gir!” Melike onu görünce su sandı ve baldırlarını açtı. Süleyman dedi ki: “O, cilâlı sırçadan yapılmış bir parlak avlu / zemindir.” Melike dedi: “Rabbim, doğrusu ben öz benliğime zulmetmişim. Artık Süleyman’la birlikte, âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oluyorum.”

Dancing Queen de cyborg değildi. Hiç bir Humonoid doğum yapamaz. Dancing Queen’in ayrıcalığı şuydu: Rahimden doğurmadı, mideden doğurdu. Neml Suresi’ndeki âyetlerin tamamı 7 anlamdan biri olarak Dancing Queen’i de anlatmaktadır.

Bazı yerlerde ayaklar çok önemlidir, ayakkabılar çıkarılmalıdır. Kutsal Tuva vadisi gibi…

Taha 12. “Benim ben, senin Rabbin! Hadi, pabuçlarını çıkar; Sen kutsal vadide, Tuva’dasın.”Pabuçlarını çıkar! Çünkü sen kutsal vadi Tuva’dasın!

İşte Kur’an… Herşey paranomal, normal hiçbir şey yok. Bende bencillik yok! Bizler var geride… Tüm paranormalleri aktaracağim. Levhimahfuz’un bildirdiğini Hanifdaşlarımla paylaşacağım.

Adler tarih değiştirildiği için hiç yaşamadı ve/veya Bermuda gibi bir enerji ile “Geleceğe” firladı. Yahya da orada… Anlamını yazdım: Hayy+Muhyi isimlerinin birlikte yazılması Yahya biçimindedir. Yahya zaten Allah’ın adıdır ve kuluna vermiştir. Muhyi, hayat veren, yani yoktan var eden, cansıza yaşam veren. Hayy, Allah’ın kendi diriliği ve bu iki ismi birleştirip Yahya peygambere vermis (Yahya, Muhyi, ihya: Hayat veren dirilten demek). Yahya’nın olduğu aynı yerde Adler de var.

Allah onun soyunu kesmedi. Kevser’i verdi… Annesini “geleceğe” götürdü. Danseden Kraliçe Adalaid. Bir meryem gibi olağanüstü bir yolla… Diyorum ya, olağan olanı Kur’an’da beklemeyin. Dans eden Kraliçe’nin oğlu Mighty / Adler resul olarak o düzeni kuracak.”

Sanırım Danseden Kraliçe’nin kim olduğu anlaşılıyor. Daha sonraki bir e-söyleşisinde Hans, Danseden Kraliçe hakkında şu ayrıntıyı getiriyor:

“Ashab-ı Kehf olarak bilinen zaman gezmenlerinin sayısını Kur’an veriyor: Onlar üç kişilerdir, dördüncüleri köpekleri (Hybrid yani kısır dişi), onlar beş kişilerdir, altıncısı köpekleri yani Hybrid, onlar 7 kişilerdir, sekizincisi köpekleri… Hybridlere “alien” demek doğru değil; ben onlara acıyor, ağlıyorum. Onlar “ELMUT”… Elma / armut karışımı yani. Onlara çok üzülüyorum.

Danseden Kraliçeyi de “Hybrid” diye

Mustafa Öz